Göz göz olalı Sen'den daha güzelini görmedi
Âlemin âdetâ yeniden can bulduğu, cihanın O Rahmeten-lil-âlemîn’in nuruyla aydınlandığı Mevlid-i Şerîf’in sene-i devriyesindeyiz. Mevlid, “doğumun gerçekleşmesi” demek; lakin kâinat yaratılalı beri bu âlemde öyle bir doğum gerçekleşmiştir ki, “Mevlid” dendiğinde ilk o akla gelir. 12 Rebîu’l-evvel günü Mahbûbü’l-Kulûb Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu dünyayı şereflendirmiştir.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, 12 Rebîu’l-evvel’de dünyayı teşrif etmiştir. Hicretin nihâyetinde Medîne’yi şereflendirdiği tarih de 12 Rebîu’l-evvel’dir. Efendimiz’in (s.a.s.) âlem-i âhirete irtihâli, yani âlem-i Cemâl’e doğması da 12 Rebîu’l-evvel’dedir. Ve bu durum, asla tesadüfle izah edilemez.
Allah Teâlâ bilinmekliğini murâd etti. Merhameten kelâmını indirdi, o kelâmı beyân edecek peygamberler gönderdi.
Peygamberlik daha ruhlar âlemindeyken, hilkatin mebde’inde zuhûr etmiş bir emanettir.
Efendimiz (s.a.s.)’in nuru evvel, gönderilişi sonradır.
İki Cihân Serveri (s.a.s.) saâdetle buyurdular; “Âdem henüz su ile çamur arasındayken ben nebiydim.”
Ezelin de ezelinde Allah Teâlâ, kendi nurundan Efendimiz (s.a.s.)’in nurunu yarattı. Var ve icad eylediği nûr-i Muhammedî’ye “Ol!” dedi de kâinât dediğimiz her şey o nurdan ve o nurun farklı şekildeki tezahüründen vücûda geldi.
O Rasûl-i Kibriyâ, Yaratıcı’sının nurundan rıza ile ayrılır ayrılmaz Allah'ı tevhîd etti: "Lâ ilâhe illallah"
Allahu Teâlâ, o nura hitâben “Muhammedu’r-Rasûlullah” dedi. Böylece iradesinin tecellisi olan nur’un ismini koydu.
Efendimiz (s.a.s.) buyurdu ki: “Lâ ilâhe illallah” diyen Cennet’e girdi.”
“La ilâhe illallah” kelimesini ilk zikreden Rasûlullah Efendimiz’in nurudur. Bunun içindir ki Kelime-i Tevhîd’in ruhu Muhammedu’r-Rasûlullah kısmında gizlidir. Ki o da Hak Teâlâ’nın zikridir. Mürşid-i Kirâm Hazerâtı bu sebepten “La ilâhe illallah”ı dil ile söyletir de “Muhammedu’r-Rasûlullah”ı kalpten geçirtir.
Kalp, nazargâh-ı ilâhidir çünkü. Yere göğe sığmayan Hazret-i Allah bir mü’minin kalbine nüzûl eder. Tabiî o mü’minin Hazret-i Muhammed Mustafâ’ya yakınlığı nisbetinde.
Nuru evvel, yaratılışı sonra olan Rasûl-i Zîşan Efendimiz, peygamberlerin sonuncusudur. Nübüvvet ağacının hem tohumu hem en güzel ma’rifet meyvesidir.
Hakîkî kul, Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’dir. Diğer peygamberler ve onlardaki tüm güzellikler, Fahr-i âlem Efendimiz sayesinde bilinmiştir. Ve bütün enbiya kendilerinden evvel gelen o nuru tasdik eylemiş, istisnasız hepsi ümmetlerine; “İsmiyle müsemma Ahmed, Muhammed, Mahmud gelecek!” diye haber vermiştir. Ve Fahr-i Kâinât Efendimiz’in ümmeti olmayı istemişlerdir.
Bir hadîs-i şerîfte “Allah Teâlâ ilk önce (ashâb-ı kirâma hitâb ederek) sizin peygamberinizin nurunu yarattı.” bir başka hadîs-i şerîfte "Cenâb-ı Hakk ilk önce aklı yarattı." bir başka hadîs-i şerîfte ise "Allah (c.c.) ilk önce kalemi yarattı." buyrulmuştur.
Âlimler bahsi geçen hadîs-i şerîflerin tümünün sıhhatli olmasından dolayı şöyle bir izahatta bulunmuşlardır: "Burada zikredilen, üç ayrı yaratılış safhasıdır ve hepsi de doğrudur. Fakat öncelik ve sonralık durumuna göre değerlendirilirse, Allah Teâlâ ilk önce Efendimiz’in nurunu yarattı çünkü bunu destekleyen başka hadîs-i şerîfler ve âyet-i kerîmeler vardır. Sonra aklı yarattı, sonra da kalemi yarattı."
Daha sonra bu nur, her asırda, her mekânda, her toplumda bulunacak şekilde Allah’ın velî kullarıyla devam etti. Kıyamete ve ondan sonrasına kadar da devam edecek. Bu açıdan düşünürsek Cenâb-ı Hakk'ın bizi böyle bir zât-ı ekremin ümmeti kılması ve ruhlar âlemindeki taksimatta bizi Ümmet-i Muhammed olarak takdir etmesi, O (c.c.)’nun bize, şükrü asla ödenemeyecek en büyük lûtfudur. Rasûl-i Zîşân Efendimiz’in nuru, sünneti ve rızası olmadan ne insan, ne Kur'ân, ne de Allah Teâlâ anlaşılabilir.
Aşk da o noktadan yani nûr-i Muhammedî’den başlamıştır. Zira Muhammedî nur olmadan sevmek, muhabbet etmek ve âşıklık mümkün değildir.
Cenâb-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerîm'inin pek çok yerinde Rasûlullah Efendimiz'e itaat etmeyi, O'na ve emirlerine hürmet ve edeble riâyet etmeyi ayân beyân zikretmiştir. Hatta rıza ve sevgisine mazhar olmanın, imandaki devamlılık ve kemâlin Efendimiz (s.a.s.)'e tâbi olmakla mümkün olacağını beyan eylemiştir.
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in dünyayı teşrifi bize şerîatın kavl-i Muhammedî, tarîkatın fiil-i Muhammedî, hakîkatin hal-i Muhammedî, ma’rifetin ise sırr-ı Muhammedî olduğunu yeniden hatırlatmaktadır.
Bugün kendi anlayışlarını din zannedip her defasında şerîatı öne sürerek hak olana bid’at diyenler ve Efendimiz’in muhabbetini inkâr edenlerin en büyük problemi şerîatladır. Ne şerîatı ne Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi anlamışlardır. Çünkü insan, Allah Teâlâ'yı bilmek ve âyetlerini anlamak için Efendimiz'in nuruna muhtaçtır.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.s.) âhirete göçtükten sonra bazı genç sahâbiler Hazret-i Âişe (r.a.) Vâlidemiz’e gelip “Bize Rasûlullah (s.a.s.)’ın ahlâkından biraz anlatır mısınız?” diye sual ettiler. Hazret-i Ayşe Vâlidemiz, “Siz Kur’ân-ı Kerîm okumuyor musunuz? O’nun ahlâkı Kur’ân-ı Kerîm’den ibaretti.” buyurdu.
Allah Teâlâ’nın kelâmına Kur’ân-ı Kerîm, Kitâbullah diyoruz. Fakat Allahu Zü’l-Celâl ve Tekaddes Hazretleri’ne kurbiyet için hayatını okuyup öğrenmemiz gereken canlı Kur’ân-ı Kerîm’e de “Rasûlullah” diyerek imân ediyoruz.
İnsan bir şeyi sevdiğinde onun hakkında bilgi sahibi olmak ister, sorup soruşturur, bunun için hiçbir fırsatı kaçırmaz. Hatta sevdiği şeyi sevenleri de bulur, tanır, onlarla birarada bulunmak ister. Âdetâ yerinde duramaz. Sevgi hareketi getirir çünkü.
Rasûlullah (s.a.s.)’ı sevmek de evvelâ O’nu tanımak, öğrenmek ve bilmekle olur. Bu iddiada olan kişi, Efendimiz (s.a.s.)’in sevdiklerini sevmek, sevdikleriyle ve O’nu sevenlerle beraber olmak heyecanını duyar. Bu noktada Efendimiz’in “sünnet”i, yani söz, fiil, hareket ve tasvip ettiği şeyler manzumesi insanın elinden tutar, kişiyi Rasûlullah’ın Allah Teâlâ’ya yakınlığıyla buluşturur ve her sevgide zirve olan noktaya, yani itaat ve tâbi olma ahlâkına götürür, hadd-i zâtında götürmelidir de.
İbn Abbas (r.a.), bizim günümüz pazartesidir, diyor. Rasûlullah’ın tecellilerinden dolayı pazartesiye bir muhabbetimiz vardır, bizim için âdetâ uğurlu gündür. Çünkü o günde doğdu, o günde hicret etti, o günde göçtü...
Hadîs-i şerîfle sabittir: Ebû Leheb’in yani Kur’ân-ı Kerîm’de kendisine lanet edilen kişinin, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in doğumuna sevinip o gün kölesini âzâd etmesi sebebiyle pazartesi günleri azabı hafifletiliyor. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: O gün bana Cebrâil haber verdi, Ebi Leheb'in azabı azaltılıyor.
Buradan anlaşılıyor ki, bir sene-i devriyye söz konusu.
Allah (c.c.)’ın dînini tercih edenler, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’i anmak, O’na salavât getirmek için illa da bir nimete erişmeyi beklemezler. Sebepli veya sebepsiz Allah’ın Rasûlü (s.a.s.)’nü dâima zikreder, O’na salât ü selâm getirirler. Ki O’nu herhangi bir zamanda ve mekânda medh ü senâ etmek de asla bid’at değildir. Böyle söyleyenler İslâmiyet’ten habersizdir.
Nitekim Cenâb-ı Zü’l-Celâl buyurdu: “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey imân edenler! Siz de ona teslimiyetle salât ve selâm edin.”
Ya Erhame’r-Râhimîn, Ya Erhame’r-Râhimîn, Ya Erhame’r-Râhimîn... Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in muhabbetini kalblerimizde ziyadeleştir. Salâvât-ı şerîfenin sırrına bizleri lâyık eyle. Şefaat-i Muhammediyye’ye ve ahlâk-ı Muhammediyye’ye bizleri muvaffak eyle. Efendimiz’in şikâyetinden bizleri hıfz u emin eyle. İçerisinde bulunduğumuz Rebîü’l-evvel ayının yüzü suyu hürmetine cümlemizi mağfiret ettiğin kullarından eyle. Bahşettiğin, ikram eylediğin hamd ü senâ ve salât ü selâmı dahi bizim vesîle-i necâtımız eyle. Âmin.
Dedi Gördüm Ol Habîb’in Ânesi
Bir Acep Nûr Kim Güneş Pervânesi
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in dünyayı teşrifinin sene-i devriyesinde Süleyman Çelebi’nin Hicrî 812 (Milâdî 1409) senesinde kaleme aldığı Vesîletü’n-necât isimli eserinden bahsetmemek olmaz. Mevlid-i Şerîf ismiyle de meşhur olmuş bu eser, bu toprakları mayalayan en önemli unsurlardan biridir. Her okunuşunda âdetâ imân tazelediğimiz Mevlid’in, sadece Efendimiz sallallahu ve sellem’in doğum yıl dönümü (Mevlid Kandili)’nde değil, diğer mübarek gün ve geceler olmak üzere ölüm, doğum, sünnet, evlenme gibi ve hac ibadetinin icrâ’ından sonra tertip edilen merâsimlerde dahi okunması ve güzel bir âdet halini alması başka ne ile izah edilebilir! Mevlid aynı zamanda bu merâsimlerin de adı olmuştur.
Vesîletü’n-necât, “Allah adın zikredelim evvelâ” diye başlar. Bu, “Allah’tan başka ikram edici yok” demektir. Kerîm ve Rahîm olan O’dur. Muhabbeti veren de O’dur. İmân da İslâm da ihsân da O’nun lûtfuyladır. Ve imân sevgi ile yaşanırsa kişiyi İslâm’a, İslâm sevgiyle yaşanırsa kişiyi ihsana götürür.
Mevlid-i Şerîf’in “Fî Beyânı Fıtratı Rûhi Muhammed aleyhi’s-selâm” adlı bölümünün birinci faslı:
Çünki Hak evvelligin bildün ayân
Dinle imdi kılayın sun'ın beyân
Hak Taâlâ ne yaratdı evvelâ
Cümle mahlûkdan kim ol öndin ola
Hem sebeb olmış ola bu varlıga
Işk ile dinleyeni Hak yarlıga
Mustafâ rûhini evvel kıldı vâr
Sevdi anı ol Kerîm ü Girdigâr
Niçe bin yıl terbiyet kıldı ana
Anla işbu sözleri batgıl tana
Mustafâ'yı kendüye kıldı habîb
Cümle derdlere hem ol oldı tabîb
Her ne dürlü kim saâdet var durur
Yahşı hûy u körklü âdet var durur
Hak ana virdi mükemmel eyledi
Yaradılmışdan mufaddal eyledi
Cümle lutfi Hak ana kıldı nasib
Anın içün kıldı kendüye karîb
Her ki togrı ümmet ola bil ana
Anun ile var ola Hakdan yana
Andan oldı her nihân û âşikâr
Arş ü ferş û yir ü gökde ne ki var
Ger Muhammed olmasa idi ayân
Olmayısardı zemîn û âsumân
Ger Muhammed olmasa idi ey yâr
Olmazidi ay u gün leyl û nehâr
Ger Muhammed gelmeseydi âleme
Tâc-i izzet inmezidi Âdem’e
Ger Muhammed gelmese sen şunı bil
Ne kulak işidüben söylerdi dil
Ger Muhammed'den şefâat olmasa
Deng-i küfrün zulmetini kim basa
Ol Muhammed'den açıldı dînümüz
İslâm içre dîn ile îmânumuz
Hem vesîle oldugiçün ol Resûl
Âdem’ün Hak tevbesin kıldı kabûl
Nûh garkdan buldı anunçün necât
Dahi togmadın göründi mu’cizât
Ölmeyüp Îsâ göge bulduğı yol
Ümmetinden olmakiçün idi ol
Hem dahî Mûsâ elindeki asâ
Oldı anun izzetîne ejdehâ
Ceddi oldugıçün anın ol Halîl
Nârı cennet kıldı ana ol Celîl
Cümle anun dostlugına adına
Bunca izzet oldı ol ecdâdına
Çok temennâ kıldılar Hakk'dan bular
Kim Muhammed ümmetinden olalar
Tâ bularun arta izz û hürmeti
Dahi yigrek ola Hakk'a kurbeti
Haşre dek ger dinilürse bu kelâm
Niçe haşr ola bu olmaya tamâm
Ger dilersiz bulasız oddan necât
Işk ile derd ile aydun es-salât
SULTÂN AHMED CÂMİİ’NDE BİR MEVLİD ALAYI
Osmanlı Hükümdarı III. Murad, Hicrî 996 (Milâdî 1588) yılında resmî olarak Mevlid merâsimlerini başlatmakla birlikte Osmanlı Devleti’nde kutlamaların bundan çok daha evvelki devirlerde yapıldığı vâkidir. Hatta bazı vakfiye kayıtlarından hareketle Osman Gâzi devrinde de Mevlid merâsimlerinin icrâ edildiği rivayet edilmektedir. Fakat yaygın olan kanaat, saray protokolü nezdinde bu merâsimlerin Kânûnî Sultân Süleyman devrinde başladığıdır. Âdeta bir bayram hüviyetine bürünen bu resmî merâsimler, evvelce Ağalar Câmii’nde olmak üzere, bazen de Çinili Köşk’te icrâ edilirken, sonrasında Sultan Ahmed Câmii başta olmak üzere Eminönü Vâlide Sultan, Eyyûb Sultan, Bâyezîd, Nusratiye ve Yıldız Câmilerinde icrâ edilmiştir.
N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusûl’ün
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir
Bahtîyâ durma yüzün sür kademine o gülün
Sultân I. Ahmed
Mevlid merâsimi için 12 Rebîü’l-evvel’den önce, devlet adamlarına davetiyeler gönderilir, böylece merâsimin yer ve zamanı da bildirilirdi. Davetiyelerin yazılması, gönderilmesi dahi devlet nizamının muhafazasına ne kadar ehemmiyet verildiğinin önemli bir göstergesiydi. Şöyle ki; vezirlerin davet tezkireleri kethüdâ bey tarafından yazılıp gönderilir; kazaskerler, ulemâ ve meşâyihin rütbelerine göre yazılan tezkireleri ise Mevlid gününün arefesinde çavuşbaşı ağaya teslim edilirdi. Muhtelif ağalara yazılan tezkireler dîvân çavuşları ile gönderilirdi. Müderrislerin tezkireleri ise İstanbul kâdısı tarafından yollanırdı. Reîsülküttâb da şeyhülislâma Mevlid saatini bildiren pusulayı bir gün önceden gönderirdi. Mevlid günü, resmî kıyafetleriyle gelen devlet erkânı câmide toplanır ve kendilerine tahsis edilen yerlere otururlardı. Bu esnada pâdişâhın teşrifine kadar müezzinler mahfilinde Kur’ân tilâvet olunurdu.
Devlet erkânı, atlarla Bâb-ı Hümâyun’a gider ve pâdişâhı törenle câmiye getirirlerdi. Mevlid alayı câmiye yaklaştığında müezzin mahfilinde Feth sûresi okunmaya başlar, sûre tamamlandığı sırada pâdişâhın mahfil-i hümâyuna geldiğini izhar etmek için kafesin küçük penceresi açılır ve cemaat ayağa kalkarak bulunduğu yerde ihtirâmla eğilirdi. “Muarrif” denilen vazîfelinin müezzin mahfilinde Fahr-i Kâinât Efendimiz’in özelliklerini anlatan "ta'rif"i okumasının ardından Ayasofya ve Sultan Ahmed Câmilerinin vâizleriyle, merâsimin yapıldığı câminin vâizi sırayla kürsüye çıkıp kısa birer vaaz verirler, kürsüden indikten sonra onlara bazı hediyelerle birlikte birer samur kürk veya ferace hediye edilirdi. Her vâizin kürsüye çıkışı sırasında cemaate şerbet ve buhur ikram edilmesi âdettendi. Ardından Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ine geçilirdi. İlk Mevlidhân kürsüye çıkıp Mevlid’den bir kısım okur ve kürsüden iner, dârüssaâde ağası da ona bir hil‘at giydirirdi. İkinci Mevlidhân kürsüye çıkıp okumaya başlar;
Geldi bir ak kuş kanadıyla revân,
Arkamı sığadı kuvvetle hemân
beyti okununca cemaat hep beraber ayağa kalkar, salâvat okunduktan sonra tekrar oturulurdu. Mevlidhan bir miktar daha okuduktan sonra müjdecibaşı, Mekke-i Mükerreme Şerîfi’nin mektubunu sadrâzama takdim eder, o da pâdişâhın huzurunda okunmak üzere reîsülküttâba verirdi. Mektup okunduktan sonra dârüssaâde ağasına samur kürk, reîsülküttâb ile müjdecibaşılara da hil‘atlar ihsan olunurdu. Pâdişâh, peşkir ağası ile birlikte Medîne-i Münevvere’den gelen hurmanın bir miktarını gümüş tabakla sadrâzama gönderir, sadrâzam bir iki hurma aldıktan sonra, birkaç hurma da şeyhülislâma verir, kalan hurmayı vezirlere ve orada bulunan devlet erkânına dağıttırır ve peşkir ağasına yüz altın ihsanda bulunurdu. Üçüncü Mevlidhân kürsüye çıkınca, Sultan Ahmed Câmii mütevellîsi, sadrâzamın, Ayasofya Câmii mütevellîsi, şeyhülislâmın, diğer evkâf mütevellîleri de orada bulunan vezîr, ulemâ ve hâcegânın önüne şeker tablaları koyarlar, zamanı gelince bu tablalar kaldırılırdı. Mevlidhân kürsüden indikten sonra merâsim tamamlanır, sadrazam ve yüksek rütbeli devlet ricâli câmiden çıkıp atlarına binerek pâdişâhı selâmlamak üzere beklerlerdi. Pâdişâh da yine geldiği yoldan Mevlid alayı ile saraya geri dönerdi.
Devlet eliyle icra edilen bu Mevlid alayları, Osmanlı Devleti’nin son dönemine kadar devam etmiş olup 1910 yılında Mevlid’in resmî törenle kutlanmasına dair kanun çıkarılmıştır. Cumhuriyetin ilânına kadar bu kanun yürürlükte kalmış ve gereği yerine getirilmiştir. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte resmî Mevlid merâsimleri de son bulmuştur.
Âsitâne-i Sünbülî'nin Serzâkirânı Şikârîzâde el-Hac Ahmed Efendi’nin Tayyibetü'l-Ezkâr isimli risâlesindeki Mevlid-i Şerîf Merâsimi:
Malûm ola ki, Mevlid gecesini ihyadan sonra -ki Rabîü’l-evvel'in 12. günüdür- sabah namazının akabinde Bâbü'n-Nisâ önündeki meydana, muvacehenin karşısına bir kürsü koyarlar. Medîne'nin bütün ileri gelenleri, şehrin kâdısı, Şeyhü'l-Harem, diğer ağalar ve rütbeli askerler mertebelerine göre otururlar. Ziyaretçiler etrafına toplanırlar. Öd ve amber kokuları göklere yayılır. Mescid-i Şerîf’in içi gül suları ile kokulandırılır. Hatiplerden beş kişi nöbetle kürsüye çıkar ve Arapça mevlid-i şerîf okurlar.
Duâdan sonra şerbetler içilir, herkes evlerine gider. Bu iş güneşin doğuşundan, kuşluk vaktine kadar devam eder. O gün dükkânlar açılmaz, dersler okunmaz, kimse işiyle meşgul olmaz. Toplar atılır, şenlikler edilir, büyük küçük herkes güzel elbiselerini giyip birbirleriyle tebrikleşirler. Medîne halkı bu mübarek güne büyük ehemmiyet verip çokça hürmet gösterirler. Şehir ahâlisi arasında “en büyük bayram” budur. Zîrâ bu gün, Fahr-i Âlem Efendimiz'in dünyâyı şereflendirdikleri gündür.
Öyle bir gün ki, âlem yeniden can bulmuş, cihan O'nun nuruyla aydınlanmıştır. Diğer mübarek geceler, Ramazan Bayramı, Hac ve Kurban, bunların hepsi O Yüce Peygamber'in hürmetine ihsan olunmuştur. Kur'ân-ı Kerîm, O'nun şânına nâzil oldu. Böyle kadri yüce bir zâtın teşrifi günü, büyük bayram olmaz da ne olur? “Bugünde bütün dünya meşgalelerinden el çekip sevincini izhâr etmek cümle ehl-i îmâna farz gibidir.” diyerek zevk u safâ ederler. Bu, Arap kabîleleri arasındaki güzel âdet ve işlerdendir. Allah cümlemizin kalbinde aşk-ı Muhammedî'yi ziyâdeleştirsin. Âmîn...
Efendimiz’in (s.a.s.) şairi olarak da bilinen ve Rasûlullah’ın “Yâ Rabbi! Sen onu Rûhü’l-Kudüs’le teyid eyle” diye duâ ettiği Hazret-i Hassan Bin Sâbit’in (r.a.) meşhur nutk-ı şerîfinin bir kıt’ası:
Ve ahsenü minke lem tera kattu aynî,
Ve ecmelü minke lem telîdi’n-nisâu.
Hulıkte müberraen min külli ‘aybin,
Ke enneke kad hulıkte kemâ teşâu.
Ve ahsenü minke lem tera kattu aynî
Göz göz olalı senden daha güzelini görmedi.
Ve ecmelü minke lem telîdi’n-nisâu
Kadınların hiçbiri senden daha güzelini doğurmadı.
Hulıkte müberraen min külli ‘aybin
Sen ayıptan berî olarak yaratılmışsın, ayıplar ve kusurlar sana yaklaşmamış.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in ne cemalinde, ne giyinmesinde, ne konuşmasında, ne hayatında, ne irtihalinde, ne vuslatında, ne savaşında, ne sulhunda, hayatının herhangi bir safhasında “Şu da olmasaydı” denebilecek hiçbir şey yoktur.
Her şey yerli yerindedir. Her şeyin en güzeli tam bir şekilde temsil edilmiştir.
Ke enneke kad hulıkte kemâ teşâu.
Sanki Sen'i Sen'in istediğin şekilde yaratmış Hüdâ.