İbnü’l-vakt olmak
Mürşidler, mürîdlerini ibnü’l-vakt olmaya sevk ederler.
Derviş, zamanın üzerine gelip geçtiği, onu ihtiyarlatan, toprağa konulduğunda çürüten, zamanın fitneleriyle, fesatlarıyla, modalarıyla uğraşıp ömrünü harceden kişi değildir. Derviş ona derler ki, zaman onun üzerine işlemez, o zamanın üzerine işler. Şu anda bu lâzım der, maksadı bulur, matlubu bulur, rızayı keşfeder ve ibnü’l- vakt olur. Vakit içinde vakit doğurtur.
‘Veled-i zaman’, zamanın gerektirdiği gibi hareket eden, zamanını boşa geçiren, zaman onu nereye sürüklüyorsa oraya giden kişiye denir. Veled-i zaman'ın zamana dahli yoktur. Zamanı geçirmek üzere bu hayattadır. Dolayısıyla hayırlı işlerini tehir eder, yapması gereken işleri yapmaz, atâlet (tembellik) içinde durur. Zamanın kendisini fânîliğe sevk eden kılıçlarına aldırış etmez. Her kılıç darbesi onun ömründen, ömür kumaşından bir parça daha götürür.
Tasavvuf mektepleri, sôfîleri çok doğru bir kontrol ile vakti ihyâ etmeye sevketmişlerdir. Müslümanın bir şahsiyeti olması lâzımdır. Namaz vakitlerini, ibadet taatını bilebileceği vakitleri, önemli gün ve geceleri fark edeceği saatleri görmesi, müşâhede etmesi, o şuurla zamanın farkında olması lâzımdır. Günümü gün edeyim tarzında değil; bugün bana ne getirdi ve bugünü nasıl değerlendireyim tarzında bir yaklaşımı olması icab eder. Müslüman dâima bir şuur halakası içerisinde olmalıdır, işte 'Hicri Takvim' bu şuuru kuvvetlendirici özelliğe sahiptir.
Her sene Muharrem ayına girilirken şöyle bir kavram kargaşası yaşarız. Câmilerimizdeki hutbeler de maâlesef bundan hâli değildir. Bilhassa Hicrî yıl başındaki cuma hutbelerinde Muharrem ayının Hicrî yılın ilk ayı olması münâsebetiyle Hicretten bahsedilir ki, bu tamamen yanlıştır. Hicret, 26 Safer'de başlamış ve Fahr-i Kâinât Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, 12 Rebîü'l-evvel'de Medîne-i Münevvere'yi teşrîf etmiştir.
Hz. Ömer Efendimiz zamanında birçok yerin fethedilmesi beraberinde büyümeyi getirmiş, Müslümanların beytü'l-mâlde yani devlet kasasında zekât, fitre vs. gibi malları toplanmıştı. Ayrıca “Biz İslâm’ı kabul etmiyoruz fakat hür olarak ibadetimizi yapmak istiyoruz!” diyenlerden de hür olarak yaşamalarının güvenlik bedeli olarak devlet hazinesine paralar toplanıyordu.
Fakat bunların belli bir ayda, belli bir senelik hesapla yapılması icab ettiğinden hesaplar karışmaya başlamıştı. “Acaba bu geçen senenin vergisi mi, bu senenin vergisi mi?” diye tereddüde düştüler. Bir resmî takvime ihtiyaç duyuldu.
Hicretin üzerinden seneler geçmişti. Hazret-i Ömer (r.a.) Efendimiz zamanında bir şûrâ toplandı. Şûrâ'da Ehl-i Beyt'ten, Aşere-i Mübeşşere'den olan zâtlar da vardı. Hz. Ömer Efendimiz soruyor: "Nasıl bir takvim belirleyelim?"
Arap’ta şöyle bir âdet vardır. Bir senenin en önemli hâdisesi neyse o seneyi o isimle anıyorlar; meselâ Hz. Hatice Validemiz'le Hz. Ebû Tâlib'in vefatları aynı zamana denk geldiği için o seneye 'Hüzün Senesi' denilmiştir. Mesela Fil vak'asının olduğu seneye 'Fil Senesi'... Bunun karışıklığa sebep olduğuna kanaat getirerek 1, 2, 3. sene diyelim şeklinde bir karar alıyorlar. Ama hangi hâdiseyi başlangıç kabul edecekler?
Meclistekilerden biri diyor ki; "Rasûlullah’ın peygamber olduğu seneyi 1 kabul edelim?” Bunun üzerine Hazret-i Ömer Efendimiz'in Adâlet Bakanı Hz. Ali Efendimiz buyuruyor ki: “Hayır, bu olmaz! Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) kırk yaşında peygamberliğini ilan etti ama ondan evvel de peygamberdi, nuru ilk yaratılmış olan O'ydu.” diyerek meclise, şûrâya bu şerhi düşüyor.
Bu fikir kabul edilmeyince şu fikirde karar kılınıyor: “Hicret çok önemli, Hicretin olduğu seneyi 1 kabul edelim.” İşte kabul edilen bu takvime “Hicrî takvim” denilmesinin sebebi budur. Kamer sistemine yani ayın hareketlerine göre tâyin edilen Hicrî takvimde birinci ay Muharrem'dir. Bir yıl Muharrem, Safer, Rebîü'l-evvel, Rebîü'l-âhir, Cemâziye'l-evvel, Cemâziye'l-âhir, Receb, Şa'ban, Ramazan, Şevval, Zilka'de ve Zilhicce adı verilen 12 aydan oluşur.
Osmanlı devletinde 1678'den sonra mâliye ile ilgili işlerde Rûmî takvim kullanılmaya başlanmıştır. Mâlî yılın başlangıcı 1 Mart olarak kabul edilir. Aylar Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Teşrîn-i-evvel, Teşrîn-i-sânî, Kânûn-i evvel. Kânûn-i sânî ve Şubat olarak adlandırılır.
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 'Saatleri Ayarlama Enstitüsü' adlı romanından:
"Nûrî Efendi her yıl bir takvim neşrederdi. Büyük bir kısmı bir yıl evvelkinden olduğu gibi aktarılan bu takvimi kasım sonlarında yazmağa başlar, şubat ortasında Nuruosmaniye'de bir matbaaya benimle yollardı. Bu işin gözümün önünde olması beni çok şaşırtırdı. Rumî, Arabî aylar, onların mevsimlerine aşılanmış daha başka daha eski yıl ve zaman bölümleri, güneş ve ay tutulmaları, en ince hesaplarıyla her gün için kaydedilen kuşluk, öğle, ikindi, akşam, yatsı saatleri, büyük fırtınalar, küçük fakat onun hesabında çok mânâlı rüzgârlar, gün dönümleri, şiddetli soğuklar, eyyâm-ı bahûr sıcakları, bu küçük câmi odasında başında takkesi, alçak sedirinde sağ dizinin üstüne kâğıt tomarlarını dayayarak pirinç gibi rakam dizilerini sıralayan bu adamın kamış kalemiyle sarı pirinç divitinden, yavaş yavaş âdeta çok çeşitli bir rüya gibi doğarlar, sanki sırası geldikçe meydana çıkmak, dünyamızda hüküm sürmek için odanın bir köşesinde, ışığın en az uğradığı ve saat seslerinin en fazla yığıldığı bir tarafında toplanırlardı..."
Yahya Kemal'in 'Azîz İstanbul' adlı eserindeki 'İstanbul Surlarında' başlıklı yazısından:
"Mayısın yirmi dokuzuncu gününü, sabahtan güneş batıncaya kadar, Topkapı'dan Eğri Kapı'ya giden surların dibinde gezine gezine geçirdim. İstanbul baharının bu sıcak günü, genç Fâtih'in Türk ordularını İstanbul'a soktuğu gündür. İstanbul muhâsarasının öyle bir sihri var ki bir defa tutulan uzun seneler kurtulamaz; gözünde tarihin bütün öteki levhaları silinir, yalnız bu kalır; dört buçuk asırdır bu muazzam vak'a nice âlimlerin rüyasına girmiş, Dethier gibi, ihtiyar Mordtmann gibi nicesi ömürlerinin en güzel senelerini bu surların dibinde geçirmiş, bu efsunlu vak'anın hazzına doyamamış.
Ben de bu hazzın kara sevdasına uğradım. Üç senedir vakit buldukça bazen yalnız başıma, bazen Dârülfünun'dan birkaç gencin refâkatiyle Topkapı tramvayına bindim. Sur hâricine çıktıktan sonra Marmara'dan Haliç'e kadar kule kule, diş diş göz alabildiğine giden sûrun yanından yürüdüm, yekpâre düşmüş duvar kütlelerinin üstünde dinlendim, ayaklarımı sarkıtarak burçların üstünde oturdum, Fâtih'in topları ve ordularıyla geldiği Edirne yollarını seyrettim. Bir sene de tam fetih günü gelmek ahdimdi. Sene-i devriyeler takvim oyunlarıdır. Ama yine insanın muhayyilesine zevk veriyor.
Yazık ki bu sene-i devriyeyi hicrî takvimle tam mevsiminde idrâk etmek kabil değil, yoksa zevkine büsbütün doyulmazdı; çünkü takvimlerin dîni, îmânı, vicdânı var. Meselâ sene 857 deyince İslâm'ın İstanbul'a girdiğini hissediyoruz, bu rakamda anlı şanlı bir tınnet var. 1453 deyince bilâkis Bizans'ın Türklere mağlup oluşu idrâk olunuyor. Bu rakamda bilâkis bir can çekişme, bir ufûnet, bir günlük kokusu var. Bu rakamların biri Müslüman, biri değil!
İstanbul fethini tattığım bu son üç senede daha az üzüldüm. Bu vak'a Türklüğün ve İslam'ın hem en güzel, hem de en büyük merhalesidir. Hâlâ bu gün, bu saat Marmara'dan Haliç'e sur hizasınca giden yolda canlı bir halde de bulunuyor; baharın böyle bir gününde, biz Müslümanlara çiniden yeşil bir kelime gibi görünen "Feth"i hissede ede bu yoldan geçenler, Müslümanlığın en derin zevkini duyuyorlar. Nisandan haziran başlangıcına kadar olan o son muhâsara bu taşlara, bu servilere bir ruh gibi sinmiş, hâlâ çekilmiyor. Halbuki bu sur ondan evvel neler görmüş, neler geçirmiş, taşlarında ne kadar Barbar hücumlarının dalgası kırılmış, bu hendeklere ne kadar başka başka ırkların kanları akmış, önünde asırlarca ne kadar renk renk düşman çadırları kurulmuş, güya bütün bu akınlar silik bir efsâne de, yalnız Fâtih'in son gelişi bir hakîkatmiş; muhayyile ondan ötesini görmek istemiyor; bu vak'anın böyle kazâ ve kadere benziyen bir efsûnu var."