Fasıl 07 - Fitne ve fesâd

Yedinci fasıl,

Kâdîoğlu'nun fitnelerine,
Tunus Beyi ile birleşip kurduğu tuzağa,
Cezayir'i kuşatmalarına,
Kara Hasan'ın hayınlığına,
Cezayirlilerin isyanına ve
Yoldaşların bana karşı gelmelerine

dairdir.

  • Tunus Beyi'nin sevinmesi
  • Ey küfrân-ı nimet hayın!
  • Casusun tutulması
  • Senin saflığında şüphe vardır
  • Bir kıyamettir koptu
  • Şu mertliğe bak!
  • Kâdîoğlu'nun baskını
  • Bir kelleye on kuruş
  • Cezayir'de kuşatılmamız
  • Kâdîoğlu'nun barışma istemesi
  • Beş deve yükü kelle
  • Kara Hasan
  • Kâdîoğlu'ndan Kara Hasan'a mektup
  • Kara Hasan'ın hıyaneti
  • İzin ver hepsini kıralım!
  • Bir şeyhin evindeki toplantı
  • Köpoğlu köpekler
  • İsyan günü
  • Gazilerin gücüne giden söz
  • Bunlara ölümden başka şekil yoktur.
  • Bu kadar merhametli isen medreseye gir!

Daha önce bahsi geçtiği üzre Tunus Beyi ile eski Tilmisan Beyi aleyhimizde fitne kazanı kaynatmak için Cezayir şeyhlerinden İbni Kâdî'ye mektup yazmışlar, "Üçümüz elbirliği edip Türklerin ayağını Arap yakasından keselim" demişlerdi.

İbni Kâdi ise "Hâşâ benim şimdiye dek yiyip içip kuşandığım hep Türk berekâtıdır. Allah onlara, düşmanlarına karşı yardım etsin" diye cevap vermişti.

Bahsi geçen bu hak hukuk bilir İbni Kâdî vefat etti. Yerine bir oğlu kaldı. Gayet şeytan bir herifti. Buna Kâdîoğlu derlerdi. İşi gücü fitne fesat idi. Babasının vefatından bir ay geçmeden Tunus Beyi'ne mektup yazıp gönderdi:

"Sen ki Tunus Beyi'sin,

Nâmem eline vardıkta şöyle bilesin ki, Hayreddîn dedikleri Türk'ü Cezayir'den kaçırıp yerine ben sultan oldukta seninle elbirliği edip Türk'ün kökünü keselim.

Peder sağ iken senin bu husus için nâmen gelmişti. Peder istemedi, "Ben Türklerden iyilik gördüm" derdi. Ammâ uzun sözün kısası bizim peder Türk kısmından pek ziyâde hazzederdi. Ammâ benim Türk kavmi kadar sevmediğim bir taife yoktur."

Hülasa bizim hakkımızda yemedik halt söylemedik yakışıksız söz komamış.


Tunus Beyi'nin sevinmesi

Tunus beyi bu mektubu alıp da okuyunca çok sevinip, "Eey, talih bize de gülecek! Babası vaktinde bu iş için, Hayreddin Türk'ün ara yerden kaldırılması için çevirdiğimiz dolaplar boşa gitmemiş. Vazgeçer gibi göründümdü. Amma babası İbni Kâdî'nin vefat haberi geldiğinden beri fitne çömleğinin ateşini yab yab körükleyip, bunun ne yapacağını beklerdim. Acaba harekete biz mi geçelim, yoksa o mu geçer diye merak ederdim. O bizi aramış. Hayreddin izbandutun ömür defterlerinin tomarının dürülmesi yaklaştı anlaşılan..." diye söylendi.

Mektubun cevabını yazdı ve Kâdîoğlu'na gönderdi:

"Ya şeyh,

Allah sana ömür versin. Pederin zamanında bu iş için birkaç kere mektup göndermiş idik, olmadı. İşi uyduramadık. O yüzden tereddüt içinde idim. Amma senin ittifak mektubunu alınca o kadar memnun oldum ki, anlatılamaz.

Hemen şimdiden sonra sen oradan ben buradan, bolaykim şu Türkü Cezayir'den kaçırıp geri kalan ömrümüzü refah ile geçirelim."

( BOLAYKİM: Ola ki, belki )

Daha buna benzemez fesat kelamlar yazdı. Kâdîoğlu da cevabı alınca pek ferahlık buldu. İkisinin bozuk fikirleri birbirine mutabık düştü.

Artık işleri güçleri bize hile düşünmek oldu. Amma her şey niyetle olur.

Sakın sanma kim hayın berhurdâr olur,
Akıbet ya boynu vurulur ya berdâr olur.


Ey küfrân-ı nimet hayın!

Benim bu hıyanetliklerden haberim olup da bu işlerin Tunus Beyi'nin başı altından çıktığını anlayınca Tunus Beyi'ne bir mektup yolladım:

"Ey küfrân-ı nimet hayın!

Ben sana az veya çok ne kemlik eyledim ki, durmadan benim aleyhimde çalışırsın. Amma Hak Teâlâ senin hakkından gelir."

Daha nice nükteli sözler yazdım.

Kâdîoğlu ise babası öldüğünden beri bize karşı sadakat gösterir, güya, "Babam nasıl muhibb-i sâdık idiyse ben dahi öyleyim" deyip arkadan kuyumuzu kazardı. İki yüzlü dosttan ve av hırsızından Allah Teâlâ hazretlerine sığınmalıdır.


Casusun tutulması

Nihayet Tunus Beyi üç yüz çadır asker çıkarıp hazır etti. Kâdîoğlu’na gizlice bir mektup gönderip, "Ben üç yüz çadır ile Cezayir üzerine varmak üzereyim. Sen de hazır olasın. Ayın filanca günü filan yerde seninle buluşup izbandut Hayreddin'in başına dünyayı tenk edelim." diye yazdı.

Bunlar mektuplaşa dururlarken bir gece rüya gördüm.

Rüyadan tabirime göre Tunus'dan İbni Kâdî'lerin memleketine gelen yola on tane sipahi gönderip, "Göreyim sizi. İbni Kâdî'lerin tarafına vardıktan iki saat içinde kim gelirse tutun getirin." dedim.

Gittiler. Dilenci kıyafetinde bir Arap tutmuş getirdiler. Soydular. Üzerinde Tunus Beyi'nin Kâdîoğlu'na gönderdiği mektup çıktı. Meğer esas casus bu imiş.

Casus olan Arap kendi kendine hayret edip, "Bu kadar zamandır casusluk ederim, böyle şeye rast gelmedim. Tunus Beyi'ne yuf olsun ki, böyle mücahit veli kişiye düşmanlık ediyor." diyerek sadakatle bize bağlandı.

Tunus'un ahvalini bir bir ifade edip söyledi.

Mektupta ise Tunus Beyi ne zaman nerede buluşacaklarını Kâdîoğlu'na bildiriyordu.


Senin saflığında şüphe vardır

Bu hali öğrenince çok üzüldüm. El kaldırıp, "Ya rab! Benim, din düşmanım olan kâfirlerden gayri düşmanım yoktur. Sen herkesin niyetine göre cezasını ver." diye gözyaşı döküp dua ettim.

Daha eski ettikleri kalbimizden çıkmadan bir de Kâdîoğlu ile birleşip fitne kaynatmalarına pek müteessir oldum.

Ben de yüz çadır asker çıkardım. Amma bunlar üç yüz çadır gibiydi. Çünkü her çadırda otuz kırk gazi vardı.

Şakî Tunus Beyi'nin mektubunda Kâdîoğlu'na bildirdiği zamana beş altı gün kala Cezayir'de yerime hazinedârımı vekil bırakıp, göç edip kalktım, buluşma yerine gidip kondum. Tunus Beyi'nin gelmesini bekledim.

O zaman casus gelip, "Sultanım iznin olursa, ben varayım, Tunus Beyi'ni karşılayıp, Kâdîoğlu’ndan geliyorum diyerek içlerine gireyim. Mektubun cevabıdır diye bir takım şeyler vereyim. Aralarında gezip sana haber çevireyim." deyince, "Sen yerinde otur, hizmetinde ol. Benim câsus ve emsâline itibarım yoktur. Her şey Allah’tandır. Hayır ve şer O'ndandır. Senin dahi saflığında şüphe vardır." cevabı ile onu reddettim.


Bir kıyamettir koptu

Sabahleyin Tunus Beyi'nin ordusu ile buluşma yerine doğru geldiği görüldü. Buluşma yeri olan koru başına bir miktar asker koymuştum. Tunus Beyi bunları görünce çok sevinip "İşte karındaşlığım Kâdîoğlu beni karşılamaya gelmiş. Dayan koca izbandut Hayreddin, acaba elimizden canını nasıl kurtaracaksın!" demiş.

Keyfe gelip at oynatıp şenlik etmişler.

Bu korunun yanı büyük ormanlık meşelistanlık, dört tarafı akarsuluk bir yer idi. Biz bütün ağırlığımızla bu orman içine inip gizlenmiş idik.

Şafak söktükten sonra on iki bin atlı ile düşmana doğru yürüdüm. Kasırga gibi Tunus Beyi'ne kavuştuk. O hala kendisini karşılamaya geliriz sanırdı.

"İzindir aslanlarım! Allah onara!" diye gazilere emir verince, medet Allah bir kıyamettir koptu. Öyle ki at kişnemesinden, er nârâsından ve özengi şamatasından yer gök inledi.

Varıp bir kurşun alabandası vurduk. Tunus askeri hemen sergi misali serilip kalınca, dalkılıç olup atlı atlıya, piyade piyadeye âlâ bir cenk eyledik. Üç yüz çadır askerden biri kurtulamadı.

Ne denlü çoğ olursa ördek ü kâz,
Yeter derler ona bir şâhin-i bâz


Şu mertliğe bak!

Ameller niyetlere göredir. "Karındaşının kuyusunu kazan, kendi düşer" demişler. Tunus Beyi de kendi belasına kendi düştü. Esir alıp getirdiler

"Ey hayın! Kendini ne sandın? İşte küfrân-ı nimet edenin sonu budur. Lakin eğer seni öldüreceğim sanıyorsan, hâşâ öldürmem. Zira ben seninle çok ekmek yedim. Öldürürsem senin gibi nankör olurum. Yaramaza kendi belası yetişir. Eğer tövbe ve istiğfar edersen, yine eskisi gibi karındaş oluruz. Yok eğer, ben fitne ve fesâdımda devam edeceğim dersen, bu hakir gördüğün izbandut Hayreddin'in elinde ölmen muhakkaktır." dedikten sonra altına bir at çektirdim.

Bindi, zelil ve hakir vilâyetine gitti.

Herkes "Hayreddin Paşa'nın şu mertliğine bak! Eğer aksi olaydı, gör ki Tunus Beyi, Hayreddin Paşa'yı ne ölümle öldürürdü." diye çok lafımızı etti.


Kâdîoğlu'nun baskını

Tunus Beyi'nin üç yüz çadır askerini böyle kolayca dağıtıp, pek çok ganimet mal aldık.

Bulunduğumuz yer pek güzel bir mesire idi. Suyu hoş havası ferahdı. Ağırlığımızı Cezayir'e gönderip, asker ile birlikte burada beş on gün kalarak eğlenip zevk eylesek diye düşündüm.

Ağırlığımızı gönderip orada kaldık. Ormanı, dereleri, yerde kaçar havada uçar avları ile zevk ü safâ eyler olduk.

Tunus Beyi'ni öldürmemiş, "aramızda ekmek nimet hakkı var, ben senin gibi nankör değilim" diye göndermiştim. Tunus Beyi de hüsran içinde çekilip gitmişti. Biz onu memleketine gider sanmıştık.

Halbuki o, fesat kaynağı olan Kâdîoğlu'nun yanına gitmiş. Kâdîoğlu, Tunus Beyi'nin bu halini görünce aklı başından uçmuş.

Hemen at sırtına gelip, "Ey karındaşım Tunus Beyi, anamın rahmine veled-i zinâ olarak gelmiş olayım ki, senin intikamını o izbandut Hayreddin'den almadan at sırtından inmeyeceğim." diye kasem atmış.

Kâdîoğlu kırk elli bin kişilik bir kalabalık ile gelip bizim Cezayir'e dönüş yolumuz üzerindeki bir boğazı tutmuş. Boğaz Ağzı denen bu derbent çok sarp idi. İki atlı yan yana geçemezdi.

Kâdîoğlu burada beklerken bizim Cezayir'e önden gönderdiğimiz ağırlıkları taşıyan kafile çıkageldi. Apansızın bir alabanda vurdular. Bizimkiler karma karış oldular. Büyük cenk ettiler. Sonunda bizim asker bozuldu. Ağırlıkların hepsi Kâdîoğlu'nun eline geçti. Onun askerinin de dörtte biri kırıldı.


Bir kelleye on kuruş

Kâdîoğlu bedevilere şöyle haber saldı:

"Her kim bir Türk kellesini kesip bana getirirse on kuruş bahşiş alacak. Ayrıca üzerinde her neyi varsa onun olsun."

Bedeviler akçasız pulsuz idiler. Zaten onlara göre bir Türk öldürmek büyük gaza sayılırdı. Şimdi bahşiş verilip bir de üzerinden çıkacak olan her şey onlara bırakılınca artık ne olur!

Şimdi bu müfsit herifler etrafa dağılıp koku almış zağar gibi, "Acaba nerde bir Türk buluruz!" diye, dağdan dağa, yardan yara Türk arayıp gezerlermiş.

Yaralıdan, düşmüşten kalmıştan buldukları Türk biçârelerin başcağızlarını kesip Kâdîoğlu'na götürür on kuruş bahşişlerini alırlardı. Elbiseleri de onların olurlardı. Böyle çok zülum ettiler.

Bu haber bize erişince aklım başımdan gitti. O saatte Kâdîoğlu tarafına saldırdım. Bizim olduğumuz yerden Boğaz Ağzı üç günlük yoldu. Hele varıp yetiştik.

Kâdîoğlu da yer götürmez asker ile önümüzü kestirip bize doğru gelirdi. İki asker karşı karşıya gelip birbirine katıldı. Yer pamuk gibi atıldı. Kanın buharı yerin gubârı ile karıştı. Üç buçuk saat büyük cenk ü cidâl, harb ü kıtâl oldu.

Amma bizim asker azdı. Çoğu da kırılınca, kalplerine korku düştü. Kâdîoğlu hepimizi yalar yudar diye –Allah korusun– içlerine bir uğursuzluk çöktü. Taraf taraf firara yüz tutmaya başladılar. Gördüm ki kötü saat bize döndü.

Bin kadar fedakar gazi karındaşım etrafıma toplandı, "Cümlemizin başı, yoluna fedadır, devletlu Paşa! Sen yalnız bize dua eyle." diye beni ortalarına aldılar.

Yer götürmez askerin içine kendilerini vurup, döğüşe döğüşe çıkıp, Allah’ın izni ile, selametle Cezayir'e döndük. Amma bu bin yiğit gaziden ancak iki yüz elli yiğit kalmıştı. Gerisi hep şehâdet şerbetini içtiler.

Yârân ve kafadâr olunca böyle olmalı. Büyükler buyurmuş.

Yâr odur ki bûn deminde yâr ola,
Şâdlıkta her kim olur yâr ola.

Bu yiğitler de bize sadâkatle yoldaşlık ettiler. Allah hepsinden hoşnut olsun.


Cezayir'de kuşatılmamız

Kâdîoğlu denen mel'ûn yer götürmez askerle gelip Cezayir'i dört bir yandan sardı. Etraftaki bütün kabileler dönüp Kâdîoğlu müfsidine tâbi oldular. Öyle ki Cezayir'e bir yerden bir habbe erzak gelmedi. Üç ay bu zarureti çektik.

Kış mevsimleri yaklaşınca Kâdîoğlu'nun Cezayir altında eğlenmeye hali kalmadı. Vatanına doğru göçmek istedi.

Etraftaki kabileler bunu haber alınca, "Bizim Hayreddin Paşa ile aramız iyi idi. Vergimizi verir rahatımıza bakardık. Sen gelip Paşa ile aramıza fitne soktun. Ben Cezayir'e sultan oluyorum, dedin. Korkumuzdan sana tabi olduk. İşimizi gücümüzü bırakıp senin ardına düştük. Üç aydır Cezayir'in bir taşını koparamadın. Kale cengi at cengi gibi değildir. Şimdi ne bal oldu ne mum. Bizi bırakıp gitmek istersin, sen buradan kalkıp gittiğin gibi, baba Türkler cümlemizi derkelle ederler. Bize çare bul." diye Kâdîoğlu'nun başına kıyamet kopardılar.

O da baktı ki adamlar haklı; düşündü taşındı, bizimle anlaşmaktan başka çare bulamadı.


Kâdîoğlu'nun barışma istemesi

Mektupta, “Sen ki mücahitlerin reisi Hayreddin Paşa'sın, nâmem sana vardıkta, lütfunuzdan niyaz olunur ki, bizden kötülük senden iyilik. Bizim suçumuzu affedesin. Cenabınızla yine evvelki gibi oğullu babalı olalım. Herkes yerli yerinde olsun." demiş.

Cevap olarak, "Benim onda tutsak olan beş yüz yoldaşımı koyu versin. Ondan sonra onun dediği belki ola." diye haber gönderdim.

Kâdîoğlu'nun barışma istemesinin kendinden olmadığını, halkın baskısından ötürü olduğunu bilirdim.

Şeyhler benim cevabımı götürünce, "Olsun, baş üstüne. Yalnız bize iki ay vâde versin. Adamlar dağınıktır, toplama uzun sürer." demiş.


Beş deve yükü kelle

Bunun üzerine istemeyerek vadeyi verdim. Kâdîoğlu ile barış oldu. Amma Kadıoğlu'nun işinin düzen olduğunu bilirdim.

Tutsak yoldaşları iade etmek için iki ay mühlet istemesinden maksat hile idi. İki aya kadar işler ne şekil olacak diye beklerdi.

İki ay geçti tutsak yoldaşlar gelmedi. Ben de bu iki aydır gizli gizli hazırlık yapmakta idim.

Yoldaşlar gelmeyince Kâdîoğlu'na, "Vademiz tamam oldu, tutsaklarımız dönmedi." diye haber gönderdim.

"Benim ondan iki ay vade istememden maksat, halk işlerini görsün diye idi. Şimdi benim tutsakları vermeye gönlüm yoktur. Elinden geleni geri komasın." diye cevap verdi.

Hiç sesimi çıkarmadım. Bir zaman daha hazırlık yapıp üç bin yiğit ile çıkıp yürüdüm. Baskın edip öyle bir kılıç döşedik ki ancak olur. Beş deve yükü bedevi kellesi götürüp Zeyn kapısı dedikleri kalenin beden başlarını kelleler ile zeyn eyledik.

Kâdîoğlu'nun maldan, deve, sığır, kısraktan ganimetlerini aldık. Kâdîoğlu dedikleri fesat kaynağını üç yerde bastırdık. Ağır yaralandı. Fakat altındaki cins küheylan kaçırıp kurtardı.

On bir gün sonra ganimetlerle Cezayir'e dönüp geldik. Kâdîoğluna uymuş olan halk tekrar akışıp gelip bize tabi oldular. Kabahatlerini yüzlerine vurmadım. Halk böyledir, rahat edeceği yer arar.

Biz Kâdîoğlu'nun başını eğince yine dönüp bende-i muhlis oldular. Hem ekseri bedeviler "her kim eşek biz semer" usulünü kullanırlar. Bu seferde aldığımız esirleri, bizim yoldaşlarla değiştirdim.


Kara Hasan

Cezayir'in köylerinden yedi sekiz tanesini Kâdîoğlu bizden alıp vergiye bağlamıştı. Onu hezimete uğratıp kaçırınca bu köyleri tekrar geri almak istedim. Bu iş için Kara Hasan'ı yedi sekiz yüz sipahi ile gönderdim. Kara Hasan bu köyleri gidip aldı. Adamlar koyup vergilerini topladı.

Kâdîoğlu söz verdiği halde tutsakları iade etmediği zaman ben ses çıkarmayıp hazırlığa bakmıştım.

Bu Kara Hasan o zaman, "Sen eğer Kâdîoğlu'ndan korktunsa, bana izin ver ben gideyim." diye kalabalık divan içinde laf etmişti.

Bu söz çok ağır gelip, hiddetimden gözlerim yaşarmış, "Be hey kara yüzlü ahmak, sen benim ne ettiğimi bilir misin?" diye azarlamıştım.

Sonra gönlünü alıp sipahibaşı ettim. Amma istidadı olmadıktan sonra istersen mücevher içine batır, hayınlığını muhakkak gösterir.


Kâdîoğlu'ndan Kara Hasan'a mektup

Kara Hasan'ın gelip köyleri alıp vergileri toplayıp döndüğü Kâdîoğlu'na haber verilince, casus eliyle Kara Hasan'a mektup göndermiş, "Sen ki seydi Hasan'sın, nâmem eline varınca gerektir ki, benimle el birliği edesin. Benim öcümü Hayreddin'den al. Sen ona hizmet edecek adam değilsin. Onun Hayreddin Paşa olması senin gibi yiğitlerin yardımı sayesindedir. Hem ben işittim ki, ikide bir senin hatırını yıkarmış. Sen ondan ne çekinirsin, daha bahadır bir yiğitsin." diye, dünyada olmadık pohlar yemiş.
 

Kara Hasan'ın hıyâneti

Kara Hasan da aslı nesli belirsiz nankör bir herif olduğundan, yanındaki sipahileri de kandırıp, hep birlikte Kâdîoğlu tarafına döndüler.

Bu haber bana gelince pek üzüldüm.

Başımdan sarığımı çıkarıp, "Ey Allah’ım, umarım ki, şu nankör kara yüzlünün cezasını yine ben kulunun elinden verirsin." diye dua ettim.

Kara Hasan ile Kâdîoğlu birleşince Cezayir'in taşrasını aldılar. Kuş uçmaz kulak yürümez oldu. Benim hükmümde Cezayir'den başka yer kalmadı.

O zaman, Cezayir’de bulunan ulûfe ekmek yiyen gazileri topladım. Hallerini hatırlarını sorduktan sonra, "Oğullar, gördünüz mü, o kara yüzlü hayının bize ettiği işleri! Şimdi oğullar, inşallah nân u nimet gözüne dizine durur. Şimdi ne dersiniz, sizinle müşavere etmek isterim. İçinizde o kara yüzlü hayının yanına gitmek isteyen varsa çıkıp gitsin. Çürük, sağ, belli olsun. Beni Allah için sevenler yetişir." diye bir yoklama yaptım. Bakalım ne diyeceklerdi.

"Devletlü Paşa babamız. Senin bir kılına zarar gelecek yerde o hayın gibi yüz bin Kara Hasan hiçtir. Canımız bedende durdukça bizim senden ayrılmamız yoktur, meğer ki ölelim. O zaman dahi inşallah mücahitlerin piri olan Hazret-i Ali'nin bayrağı altında, seninle beraber cennete gireriz." diye cevap verdiler.

Buna çok memnun oldum. Ferahımdan gözlerim yaşardı.

"Hak Teâla sizden razı olsun oğullar, karındaşlar. İki cihan içre yüzünüz ak olsun. Benim de sizden beklediğim buydu." diye dua ettim.

Cezayir içinde on iki bin ekmek ulûfe askeri vardı.

Kâdîoğlu denen fesatçı bu sefer de gizlice Cezayir içine mektup göndermeye başladı.

Şeyhlere ve tanınmış büyüklere, "Nasıl olup da Cezayir'de oturup kalırsınız. Sizde gayret yok mudur? Türk yerinden bir Türk gelip, zorla beldenizi zapt edip hükümet ediyor. Mektubum elinize varınca bana itaat edip, beni sultan bilesiniz. Türk taifesinin Cezayir'de nâm ü nişânın komayıp kıralım. Elimizden sağ kurtulup kaçanlar, varsınlar Türk yerinde bildiklerini etsinler. Bu Cezayir aslında Arap toprağıdır. Yine aslına dönmeli. Bana tabi olmayıp, yanıma gelmeyenlerin özür ve bahanesini, Cezayir’i Hayreddin Türk'ün elinden aldıktan sonra kabul etmem. Ona göre hareket edesiniz." diye yazmış.

Bu mektuplar üzerine kimisi kaçıp başı korkusundan Kâdîoğlu'na tabi oldular. Cezayir sekiz mahalleydi. Her mahallenin bir başbuğu vardı.


İzin ver hepsini kıralım!

Günlerden bir gün, gazi askerler Kâdîoğlu'nun halka gönderdiği mektuplardan haberdar olmuşlar. Hemen yer yer kuşanıp sarayın kapısı önüne doldular. Haber alıp onları karşılamaya çıktım:

"Nedir oğullar? Hoş geldiniz hayrola inşallah.."

"Dinlendi Paşa Baba! Kâdîoğlu halka kağıtlar göndermiş. Gelip bana tabi olun, Cezayir’i yakında alıp içine sultan olunca, sizinle düzenlik edip Türk taifesinin Cezayir'den nâm ü nişânını komayalım, hep kılıçtan geçirelim, dermiş. Onlar bizi kırmağa karar vermişler. Sen de bize izin ver ki, onları yedi yaşından değil, belki beşiktekilere varıncaya dek kıralım."

Baktım ki hepsi ateş gibi olmuşlar.

"Oğullar, Hak Teâla dünyada ve ahirette yüzünüzü ak eylesin. Bugün de beni memnun ettiniz. Çünkü İslam askeri topluca gazaba gelince çokluk izin aramazlar. Hemen gözleri gördüğü yere basarlar. Amma hakikaten asker olunca böyle olmalı. Berhurdâr olun.

Lakin oğullar, karındaşlar, madem siz ben duacınızdan izin isteyip hatırımı aldınız, benim dahi siz oğullarımdan ricam vardır. Bir miktar sabredelim. Zira sabırda çok hayır vardır. Acele şeytandan gelir. Bırakın küstahlık onlarda kalsın. Hak Teâlâ bizi bu iş için yaratmıştır. Biz bu vilayete, alım satım etmeye gelmedik. Allah yolunda cihad için ilimizi memleketimizi bırakıp, düşmandan onları korumaya geldik. Kafire cizye verirlerken, Allah’ın yardımı ile, vilayetleri kafir elinden alıp İslam nuru ile aydınlattık.

Bu yaptıklarımıza mükâfat olarak bizlere hayınlık ederlerse, aziz olan Allah onların hakkından gelir. Hiç bizim kırmamıza hâcet kalmaz. Varın oğullar vakti iki eylen. Herkes ettiğinden utanır. Sabredin bakalım Allah ne gösterir."

diyerek onları yatıştırdım.

Bu fitneyi giderinceye kadar ecel teri döktüm.

"Allah sizden razı olsun oğullar. Beldelinin yanında beni mahcup etmediniz. Lakin yine kulak kirişte göz açık olalım." deyip cümlesini hatır hoşluğu ile yolladım. Hepsi dağılıp yerli yerine gittiler.


Bir şeyhin evindeki toplantı

Bir kaç gün sonra Cezayir'deki sekiz şeyhin birinin evinde beldenin ileri gelen Araplarının birçoğu toplanıp "Bu Türk taifesinden acaba nasıl kurtuluruz. İçimizden nasıl sürüp çıkarırız?" diye meşveret ederlermiş.

Gör hikmeti ki, o nifak topluluğun bulunduğu şeyh evinin duvar komşusu bir yoldaş idi.

O yoldaş bunların söyleştiklerini işitir gibi oldu. Önceden de hepsinin kulağı kirişte olduğundan bir güzel kulak verip dinledi. "Türklerden nasıl intikam alırız?" diye atıp tuttuklarını duydu.

O gece yoldaşın evinde üç dört misafir yoldaş daha vardı. Bunlar da hep işittiler. Yoldaşlar, kılıçlarını çekip şeyhin kapılarını kırıp hepsini temizleyip kafalarını kesmek istediler. Amma ev sahibi yoldaş buna razı olmadı.

"Böyle edersek töhmetli oluruz. Hiç şeyh böyle şey yapar mı, diye inanmazlar. Bize zararı dokunur. En iyisi hakime bildirelim, hesabı onlar yapsın." dedi.

Bu fikir beğenilerek gece yarısı kalkıp bana geldiler. Hali anlattılar. Hemen müftüyü, kadıyı, âlimleri ve sâlihleri gece vakti evlerinden huzura çağırttım.

Onlar da çok korkup, "Be canım vakitsiz huzura davet eylemek Paşa efendinin adeti değildi. Allah hayırlar eyleye!" diyerek geldiler.

Herkes gelip yerli yerine oturunca "Ey efendiler, hoş geldiniz. Mazur görün, sizlere zahmet verdik. Böyle vakitsiz huzura davet etmemden maksadım şudur. Filan şeyhin evinde büyük bir cemiyet toplanıp "Türklerden ne şekli intikam alırız?" diye meşveret üzere imişler. Şimdi, sizin de bu işden haberiniz var mıdır? Yoksa onlar kendi başlarından mı söyleşirler?" diye bunları nezaketle yokladım.

Hepsi birden, "Mâzallah Sultanım! Hâşâ, o şeyhden bu çeşit bir hıyanet beklenmez. O şeyh için hepimiz başımız üzerine yemin ederiz ki, bizden iyi bir kimsedir. O biçâreye gazap etmeyesin. Zira fakir ve ailesi kalabalık bir kimsedir. Senin vebal altına girmeni istemeyiz" diye o haramzade şeyhi arş-ı âlâya çıkardılar. Hem görünüşte de öyle idi. Amma her insanın dışı içine uymaz. Cenab-ı Hak hepimizi içi dışı bir kullarından eylesin.

O zaman, "Madem inanamadınız, öyle ise beraberce gidelim. Gözünüzle görünce lamı cimi kalmaz. Herkesin ipliği pazara çıkar." dedim.
 

Köpoğlu köpekler

Onlar da razı oldular. Hep beraber ev sahibi yoldaş önümüze düşüp doğru evine gittik. Yoldaş ile şeyhin evi duvar duvara olduğundan her ne söylense duvardan işitilirdi.

Şeyhin evindeki münafıklar cemiyeti henüz dağılmamıştı.

Meşveret edip, "Acaba bu köpoğlu köpek Türklerden nasıl intikam alabiliriz?" diye dillerinden çıkanı kulakları işitmez idi.

Benimle gelenlerin hepsi bu konuşmaları kulakları ile duydular. Başlarını aşağı saldılar.

Âlimler, "Sultanım, siz burada durun. Biz varalım o münafık şeyhe nasihat edelim. Bize ne cevap verirse sen dinle. Bakalım ne diyecek. Bizi gördüğü zaman da yine böyle söylerse, kitap kavlince her ne ise sana fetvalarını veririz." dediler.

Ben de "Pekâlâ!" diyerek yoldaşın evinde kaldım.

Ulemâ kalkıp gittiler. Şeyhin kapısını çalıp kendilerini tanıttılar. İçeri girip oturdular. Baktılar ki ortalık başka düzen, bunların asla pervâsı yok. Eskisi gibi konuşup dururlar.

O zaman, "Be hey adamlar siz divâne mi oldunuz? Bir kere bu sizin konuşmalarınız halk içinde destan olmuş, biz inanmadık da, gece gelip şeyh karındaşımızla konuşalım diye söyleşip buraya geldik. Halk arasında söylenen bu fitneden sual edelim dedik. Şimdi geldik, kulağımızla işitiriz. Hiç suâle filan hacet kalmadı. Halkın tevâtüründen daha fazla imiş. Sen bugüne bugün şeyhsin, ulemâ sınıfındasın, bir alay haramzâde urban eşkıyasına başbuğ olmak sana yaraşır mı? Bu büyük hatadır. Bu işten vazgeç, tövbe et. Yoksa bunun sonu fenaya çıkar." dediler.

Onlar da, "Biz sizi de bize katılmaya geldiniz zannettik de kapıyı açtık. Eğer böyle vaaza geldiğinizi bilseydik kapıyı bile açmazdık. Türk'ün vilayetimizi zabtedip bize hükmetmesi olur mu? Bizde ar namus yok mudur? Ya Kâdîoğlu'nu getirip başımıza sultan ederiz yahut hepimiz bu yolda başımızı feda ederiz. Türk’ün cefasını çekmeye takatimiz kalmadı. Her gün tavuk olmaktan bir gün horoz olmak yeğdir" diye cevap verdiler.

Ulemâ baktılar ki bunlarda söz tesir edecek hâl kalmamış, hepsi asi olmuşlar; "Size olmuş olacak!" deyip oradan kalkıp çıktılar. Bizim kalıp bu konuşmaları dinlediğimiz eve geldiler. Durumu anlatmalarına lüzum yoktu, hepsini duymuştum.

Ulemâ bunların fetvalarını verip, "Allah'a, Resûlüne ve sizden olan ulûl-emre tabi olun emri gereğince bunların katilleri sana helaldir. Allah'ın yardımı senindir." diyerek veda edip gittiler.


İsyan günü

Ben de saraya döndüm. Bedevilerin hakkımda söylediklerini kulaklarımla duymuştum. Bu sözlere çok teessüf ettim.

Askere haber gönderdim. Hepsi kuşanıp hazır oldular.

Meğer şeyhin evindeki bu toplantılar iki aydan beri olurmuş. Ayaklanmaları vakti de o gün imiş. Yirmi bin bedevi Kâdîoğlu'nun adamlarından, yirmi bin hayın şehir halkından, hepsi kırk bin münafık urban olmak üzere, başbuğları da bu şeyh olarak hazır imişler.

Kâdîoğlu bu şeyhe mektup yazmış, "Eğer bu iş olur, yüce himmetiniz berekâtı ile Cezayir'e sultan olursam, seni bütün memleket üzerine başbuğ yaparım." diye vadetmiş. Bunun için çalışırmış.

Sabah olunca Araplar ayaklandılar.

"Bugün Türklerden bir kimse bırakmayacağımız gündür!" diye bağrışmaya başladılar.

Hây-ı huy sadâsı, Arap şamatası ayyuka çıktı.

Türk askeri on iki bin kılıç idi. Askere emir salıp "Var yürün oğullar! Allah onara!" deyince, pervasızca varıp karşı durdular.

Araplar tüfeklerinin ağzını, çakmağını, torbada çıkılanmış birkaç atımlık barutunu arayıp buluncaya kadar, gaziler üçer kat alabanda vurdular. Eşkıyalar serçe yavrusu gibi dökülüp sokaklarda kaldılar.

Gaziler dalkılıç olup, "Bakındı hele koca tumansız bedeviler, Türkler nasıl adamlarmış!" diyerek, serçe alayına kartal, ekinci tarlasına orakçı nasıl girerse, bedevilerin ortasına öyle girip, ya medet Allah, öyle bir kılıç oynadılar ki anlatılamaz.

Ne kadar çoğ olsa koyunun sürüsü,
Yeter imiş ona kasabın birisi.


Gazilerin gücüne giden söz

Kanlar sel gibi akıp cesetleri götürdü. Cenk gittikçe alevlenip sabahtan ikindiye kadar sürdü.

İkindide Araplar "Allah ve Resulü için eman ver, ey Mücahitler Reisi!" demeye başladılar. Kaçıp zaviyelere doldular.

Kırk bin Arap’tan yedi yüz Arap kaldı. Onlar da yaralı idiler. Gazilerden de iki bin kadarı ecel şerbetini içti. İki binden fazlası da yaralı idiler.

Kâdîoğlu'nun gönderdiği yirmi bin bedevinin hepsi usta mızrakçı idiler. Onlardan da bir tane kalmadı. Amma gazilere mızrak ile çok yara vurdular.

Sonunda askerin içine girip, "Oğullar çekin elinizi, aman diyene kılıç kalkmaz." diye güç bela yatıştırdım.

Arapların "Türk'ün nâm ü nişânını beldemizden kaldıralım. Kendi kendimize olalım." demeleri gazilerin çok güçlerine gitmişti. Öldürmek değil etlerini yemekle gazapları yatışacak gibi değildi.

Böylece eşkıyanın başları aşağı oldu. Türk'ün şerbetini içtiler. Başbuğ olan şeyhi dört çeyrek edip, her çeyreğini bir kapıya astırdım. Yaralı olarak ele geçen yedi yüz Arapla, zaviyelere kaçıp aman isteyenleri üç yıl hizmete mahkûm ettim.

Beş on gün sonra âlim sâlih kimseleri huzuruma çağırıp, "Ne kadar şehirli varsa gelsinler, onlarla meşveretim vardır." diye buyurdum.

Hepsi gelip ulu camide toplandılar. Ben de ulemâ ile birlikte camiye gittim, mihrabın yanına oturdum. Askerden de beş altı yüz kadar yiğit bellerinde bir çift tabanca ile bir pala bıçağı gizli olarak ensemde durdular.

Halk o gün çok korkup, "Türkler hepimizi kıracak!" diye telaşa düşmüşler.

"Ey Cezayirliler! Biz sizlere ne yaptık? Bu fitneyi çıkarmaktan maksadınız ne idi. Bu ettiğiniz ne kötü iştir. Bizden bu derece neden acizlik getirdiniz. Ben kendi isteğimle aranızdan gitmek istedim, beni şeriatle bırakmadınız. Ben size bir fenalık etmedim. Küçüğünüzü oğlum, ortancanızı karındaşım, büyüğünüzü pederim yerine tuttum.

Kâdir oldukça her birinize nice iyilikler ettim. Kendi ilimi memleketimi sizin uğrunuza feda edip Allah'ın izniyle, bir alay mücahit gelip beldenizi küffar elinden halâs edip, İslâm'ın nuru ile aydınlattık. Sizlere yâr ve kafadar olduk. Şimdi mükâfatımız bu mudur? Böyle akılsızca iş yapıp niceleriniz boş yere öldünüz. Sizin bu fitnenizden gazileri gafil mi sanırdınız? Ben sizden, başımız darda kalınca başınızı vererek yardıma koşacağınızı beklerdim. Sizde hiç kabiliyet yokmuş.

Şimdi fetva gereği hepinizin kanı bana helâldir. Bu yanımda duran gaziler sizin cümlenizi temizlemeye çeneleri hart hart edip durur. Hemen bir işarete bakarlar. Amma ben sizin ettiğiniz fitneye karşılık yine inşallah iyilik ederim." dedim.

Âlim ve sâlih kimseler hep ayağa kalkıp, "Allah sana hayırlar versin, ömrünü uzun etsin! Sultanım bizim sana duadan başka bir işimiz yoktur. Hak teâlâ seni karada ve denizde münafıklar üzerine galip kılsın. Bizler ulû'l-emr hakkını biliriz. Emir'e itâat etmeyenin İslâm'ı tamam değildir. Bu fitneden hiç bir şekilde bizim haberimiz yoktur. Bugüne bugün Padişah emri ile seni vilâyetimizde zamanın hâkimi, vali ve beylerbeyi biliriz. Allah yardımcın olsun. Sana ve askere kemlik kast edenlerin hakkından gel." dediler.

O zaman, "Ey Cezayir'liler! Hepiniz birden helak olmayı kabul mü edersiniz, yoksa bu fesadın başlarını haber verip kabahatsiz mazlumların helak olmalarına mani mi olursunuz? Zira askerin muradı sizin yedi yaşınızdan yukarı hepinizi kırmaktı. Lâkin ben razı olmadım. Hem Allah'ın emri değildir, dedim. Amma kabahat sahiplerini söylesinler, ara yerde günahsız mazlumlara gadir olmasın, diye asker ile kavl ü karar eyledik. Siz ne dersiniz ve hangisini seçersiniz?" dedim.

Hepsi, "Hakikaten Paşa efendimizin sözü yerindedir. Elin yaramazından ötürü biz niçin ölürüz. Bildiğimizi ve işittiğimizi söyleriz. Lâkin Allah korusun kimseye haksız yere, bu da beraberdir, deyip ateşe yakmayız. Çünkü bu yerin üstü varsa, altına dahi girilmesi vardır." dediler.


Bunlara ölümden başka şekil yoktur.

Sonra bir defter edip, filân filân deyip hesap ettiler. Hepsi yüz seksen beş fesat başı buldular. Amma onların hiçbiri de o mecliste hazır değildi. Hep orada burada gizlenmişlerdi.

Dualar edildikten sonra camiden çıkıp herkes mekânına gitti.

Ben de saraya dönüp iki yüz yoldaş tayin ettim. Fesat başı olanların evlerini basıp kendilerini tutup iki ellerini kafalarına bağlayıp, zincire dizdiler. Yüz seksen beş Türk düşmanını önüme getirdiler. Amma hiç birinin evini yağma ettirmedim.

Suçlular yakalandıktan sonra divan topladım. Bütün askeri, ulemâ, sâlihler ve şehrin ileri gelenlerini çağırttım. Büyük divan oldu.

Ulemâ'ya sordum, "Ey efendiler, bunlar hakkında ne buyurursunuz?"

"Ey Paşa efendimiz, bunlara ölümden başka bir şekil yoktur." diye cevap verdiler.

O zaman askere hitap ederek bu adamları onlardan rica ettim, "Ey oğullar, gelin bunları affedelim. Bana bağışlayın. Zira bunlar size çok hizmet etmişlerdi. İspanya donanması geldiğinde sizinle beraber çalıştılar. Şimdi, düşmez kalkmaz bir Allah'tır. Bir sürçmekle at ayağı kesilmez. Can bitirmeye bakalım oğullar!" dedim.


Bu kadar merhametli isen medreseye gir!

Ben böyle deyince asker hep birden kılıçlarını çekip yüz seksen beşinin de kellesini divanın ortasında uçurdular.

Sonra, "Merhamet sahibi olan adam hâkim olmaz. Bu kadar merhametli isen, var bir medreseye gir de ömrünü ibadetle taatle geçir. Bu mevkide olan adam bir miktar çakır pençeli olmalıdır. Cenab-ı Hak bize verdiği fırsatı eğer onlara vermiş olsaydı, birimizi sağ komazlardı. Belki ölümüzü ateşe yakarlardı. Bâhusus ki katillerine şer'an fetva verilmiş müfsitleri bizden rica ediyorsun!" diyerek hiddetle çıkıp gittiler.

Bu kanlı sahneden ve bu saygısız sözlerden çok huzursuz oldum, gözlerimden yaşlar aktı.

Bu kadar ulemanın yanında mahcup düştüm. Bana olan hürmeti kırdılar. Çok üzüldüm.

"Şimdiden sonra bizim bu vilâyetten çıkıp gitmemiz yakındır." diye düşündüm.