Fasıl 08 - Cezâyir'den çıkış ve bir rüya

Sekizinci fasıl,

Cezayir'i kendim isteyerek bıraktığıma,
Cicel'de yerleşip gazâlar ettiğimize,
Sinan Reis'i koğalayışıma,
Kurtoğlu'na,
Kırk kişinin gördüğü rüyaya ve
Üç sene sonra Cezayir'i tekrar alışıma 

dairdir.

  • Kâdîoğlu'nun pişman olması
  • Al kalenin anahtarlarını
  • Bu gidiş bir daha gelme gidişi değil
  • Bu gidiş benim kendi reyimle değildir!
  • Dokuz tekne ile Cicel'de
  • Biz gelmeden taş taşı yermiş
  • Yeni Bir Sefer
  • Müslüman esirlerin kurtulması
  • Firkate ustası esir
  • Sinan Reis'le tanışma
  • Müzegalere
  • Otuz üç barça ganimet
  • Kurtoğlu'nun Tunus'tan gelmesi
  • Murabıtın Kâdîoğlu ile konuşması
  • Kâdîoğlu'nun murabıtın boynunu vurdurması
  • Kara Hasan'ın sözleri
  • Kâdîoğlu'nun Cezayir tahtına oturması
  • Üç senenin dolmak üzere olması
  • Türklerden veli çıkar mı?
  • Kırk kişinin gördüğü rüya
  • Gazileri boş mu sanırsınız!
  • Cezayir şeyhlerinin mektupları
  • Askerin gamlı olması
  • Baharda Cezayir üzerine
  • Sekiz bin piyade ve dört bin atlı
  • Bütün düşmanların böyle olsun
  • Kara Hasan'ın kellesini alalım
  • Hoş geldiniz oğullar!
  • Onun da tarihini kodunuz mu?
  • Tûtî kuşu gibi tekneler

Yoldaşların divan ortasında küstahlık etmelerinden hatırım çok kırıldı. O gece iki rekat namaz kılıp istihâre ettim.

"Yâ rab! Kişi hürmetini kaybetmektense ölmesi yeğdir. Celâlin hakkı için, ben aciz kulunun, yüz aklığı ile bu Cezayir ikliminden kısmetini kes." diye dua edip yattım.

Rüyamda Hızır aleyhisselâmı gördüm, "Ya Hayreddin! Niçin böyle elem çekersin? Yarın Kâdîoğlu tarafından gelecek olan adama kalenin anahtarlarını teslim et. Kendin gün doğrusu tarafına git. Aileni Cicel'de muhafaza et. Sonunda zafer yine senindir." deyip kayboldu.

Uyanıp yüzümü yerlere sürüp Cenab-ı Hakk'a hamd ettim.

Sabah olunca üç pâre tekneyi hazırlattım. Altı pârenin reislerine de ardımdan gelip Cicel'de buluşmak için tenbih ettim. Bu dokuz tekne kendi malım idi. Altı pâre teknenin reisleri ise benim çıraklarımdı.

"Kafir yakasında bir adayı basmaya gidiyoruz." diye bir söz çıkardık.

"Bir mühim iş olduğundan Hayreddin Paşa kendi gidiyormuş, Allah yardımcısı olsun." diye halk dua ediyordu. Hiç kimse kızıp gücenerek gittiğimizi aklına getirmedi.
 

Kâdîoğlu'nun pişman olması

Kâdîoğlu ise o sırada şöyle düşünürmüş:

"Bu kadar adamım helak oldu, şehirliden de bu kadar kimse öldü. Bunlara hep ben sebep oldum. Bu kadar insanın vebali hep benim boynumadır. Yarın kıyamet gününde benim hâlim nice olur. Zavallı şeyhi bizim yüzümüzden dört çeyrek ettiler. Her çeyreğini bir kapıya astılar. Deveyi yardan uçuran bir tutam otmuş. Ben ona, eğer Cezayir'e sultan olursam seni büyük şeyh ederim demiş olmayaydım, o dertli kendini bu belaya atmazdı. Yarın ceza gününde onun günahı beni neyler?"

Kâdîoğlu böyle deyip ağlarmış.

Sonra, "Bu Hayreddin Paşa dahi boş adam değildir. Çünkü ona her ne düşmanlık ettimse bir belaya düştüm. Asla işim ileri gitmedi. Akıllı olana bu hikmet yeter. Hemen en iyisi Hayreddin Paşa ile dost olmaktır." diyerek, Kara Hasan'dan habersiz bana bir mektup gönderdi.


Al kalenin anahtarlarını

Kâdîoğlu, nâmesinde pek çok özürler dileyip, "Sen bizim ettiğimize kalmayasın. Gerektir ki yine seninle babalı oğullu olalım." demiş.

Mektubu getiren murabıta, "Senin Kâdîoğlu dediğin herifin yüzü ardı yoktur. Sözüne sâdık değildir. Bu kadar Ümmet-i Muhammed'in boş yere kanına girdi.Yarın kıyamet gününde onların cevabını versin. İkide birde fitne kaynatmaktan vazgeçsin. Eğer maksadı Cezayir'e sultan olmak ise işte kalenin anahtarları, götür eline teslim eyle. Gelsin Cezayir'e otursun. O da kendini sınasın!" cevabını verdim.

Murabıt şaşırdı, "Ey Paşa efendimiz! Ben bu iş için gelmedim. Sizin aranızı bulup karındaşlarınızı barıştırın emri gereğince sizi karındaşlar edip düşmanlığı sadâkate çevirmeye geldim." diye yalvardı ise de kabul etmedim.

"Götür, sen kalenin anahtarını Kâdîoğlu'na teslim et. Ne hali varsa gelsin görsün. Ben yabancı bir adamım. Bana hakimlik gerekmez. Allah çarşılarına pazar versin." dedim.

Murabıt anahtarları alıp, Kâdîoğlu'na çıkıp gitti. Ona anahtarları vermemin sebebi rüyamda gördüğüm Hızır'ın böyle söylemesindendi. Yoksa ben o herife kale anahtarı değil, belki dişine taş bile vermezdim. Hem Allah'ın hikmeti zuhura gelse gerek, ona çare olmaz.

Nitekim demişler:

Olacak olsa gerek çâr ü nââr,
Gerek kalbin gen tut, gerek d
âr.


Bu gidiş bir daha gelme gidişi değil

Harem halkımı da teknelere bindirdim. Hava muhalif olduğundan o gece limanda yattık.

Amma Cezayir içinde bizi sevenlerden ulemâ, salih ve ileri gelen kimseler bir araya toplanıp, bizim böyle ansızın seferli olup gitmemizi iyi görmemişler.

Harem cemaatinin de teknelere bindiğinden kimsenin haberi yoktu. Eğer bilselerdi daha çok laf olurdu.

Ulemâ şöyle demişler:

"Paşa efendimizin hatır-ı şerifleri kırılmıştır. Zira bu gidiş bir daha gelme gidişine benzemez. Eğer gelmeye niyeti olsaydı, şüphesiz bizi huzuruna çağırır, eski güzel adeti üzere maksadı ne ise meşveret ederdi. Birini de vekil bırakırdı. Bu gidiş gazap gidişidir. Eyvah! Böyle bir dini bütün gazi adam elimizden çıkıp gidiyor. Ona mı ağlayalım, yoksa padişah gazabına uğrayacağımıza mı? Çünkü hatt-ı hümâyunla beldemize beylerbeyi tayin olunmuş bir emirdir."

Çok kasavet çekip ağlamışlar. Gazap etmemin sebebini araştırmışlar. Yoldaşların divan ortasında ettiklerinden başka bir sebep bulamamışlar.

"Yoldaşların divan ortasında o yüz seksen beş katli vacip herife ettikleri husus içindir. Hayreddin Paşa onların affolunmalarını rica etmişti. Onlar ise izinsiz küstahlık edip, artık eksik zehirli laflar söylediler. Hatırları muhakkak buna kırılmıştır. Hakkı vardır. Bu hususta gaziler büyük ayıp ettiler. Bolaykim bu gece kalkıp gitmeyeydi, varıp buluşup mübarek hatırını ele alıp esenleşeydik." demişler.


Bu gidiş benim kendi reyimle değildir!

Sabah olunca daha kalkmadığımızı görüp geldiler.

Hâl hatır soruştuktan sonra, "Ey mücahitler reisi! Uğrumuz hayır ola. Bu gitmenizden bizler pek ziyâde perişan-hâl olduk. Acaba bir daha mübârek cemalini görür müyüz? Yoksa hasret kıyamete mi kalır? Kerem ve lutfeyleyip, bizim mahzûn kalbimizi sevindir. Bu hal ne haldir?" dediler.

O zaman, gözlerimden yaşlar akıp: 

"Allah Teala cümlenizden razı olsun. Berhurdar olasız! Bizim bu vilayette ne duracak halimiz kaldı? Görmediniz mi öteygün divan ortasında olan rüsvaylığı? Onu öyle etmekten murâd, seni istemeyiz demektir. Şimdi, döğülüp söğülmeden bu korsanlık yoluyla çekilip gitmemiz evladır. Sizler benim sâdık dostlarım olduğunuzdan yüreğim ateşinden bu kadar söyledim. Bunları kimseye açmayın. Hak teala ecelden aman verip, kısmetimizin varsa, belki iki üç sene kadar sonra sizinle yine görüşeceğimiz muhakkaktır. Çünkü bu gidiş benim kendi reyimle değildir... Hak teala cümlemize akibet hayırlığı versin. Bizi hayır duadan unutmayınız. Cümlenizi Allah'ın birliğine ısmarladım." dedim.

Ulemâ ile vedâlaştık. O saatte yelkenleri açıp üç pâre tekne olarak yola revân olduk.

Ulemâ melül mahzûn olup, herkes mekanlı mekanına gidip, onlara söylediğim "Bu gidiş benim kendi reyimle değildir." sözünü düşünür olmuşlar. 

"Bu Hayreddin Paşa boş adam değildir. Amma çare ne, ansızdan içimizden çıkıp gitti." diye, mâtem etmişler.


Dokuz tekne ile Cicel'de

Cicel (Jijel-جيجل) - Cezayir  |  Google haritasında mevkii

Cezayir'den üç tekne ile kalkıp yola revân olduğumuzun ertesi günü Cicel limanına vardık. Cicel halkı benim de beraber olduğumu haber alınca, büyüğü küçüğü gelip "Hoş geldiniz, ey efendimiz, safa getirdiniz!" diye alkış tuttular.

Harem halkını da Burç'a çıkarıp oraya yerleştim. Geldiğimi duyan Arap kabileleri yer yer gelip hediyeler getirdiler.

Beş on gün sonra Cezayir'de bıraktığım altı pâre teknem de çıkageldi. Hepsi dokuz tekne oldu. Büyük teknelerdi. Yirmi dörder, yirmi ikişer, on sekizer bank idiler.

Bu dokuz teknenin hepsi kendi malımdı. İçlerinde beni candan seven iki bin levent askerim vardı.

Tekneleri yağlayıp büyük bir sefere çıktık. Uygun rüzgarla Palerme kıyılarına vardık.

Palerme (Palermo) - İtalya   |   Google haritasında mevkii

Orada dokuz pâre parçaya rast geldik. Allah'ın yardımı ile her birimiz bir kafir barçasına çatıp, aman zaman vermeden dokuzunu da feth edip aldık. Birerleşi yedeğimize takıp sâlimen, şenlik şâdımanlık ederek Cicel limanına girdik.

( BİRERLEŞ: Birer tane)

Dokuz pâre ganimet barçaların yükleri hep zahire idi. Kimi buğday, kimi arpa, kimi zeytin, kimi zeytinyağı, kimi peksimet. Elhasıl pirince, kahveye varıncaya kadar vardı. Çuha bez, barut, kurşun da vardı. Kırk ambar gibi her şeyden vardı.

Dokuz barçadaki ganimetleri taşra çıkarttım. Aktarmaları bozup kerestelerinden levent gaziler için kışla, evler ve mahzenler yaptırdım. Teknelerin her biri için de bir mühimmat mahzeni yaptırdım. Bu işlerden Araplar ve barçalardan çıkan iki yüz elli beş kafir çalışırlardı.

Hülasa her şeye yoluyla nizam verip düzüp koştuk. Esirler için bir zindan yaptırdım. Barçanın biri has undan yapılmış peksimet dolu idi. İçinde kırk altı bin kantar peksimet vardı. Bunu teknelerin kumanyası için mahzenlere doldurdum. Ayrıca otuz altı bin ölçek buğdayı peksimet için fırıncılara dağıttım.


Biz gelmeden taş taşı yermiş

Teknelerin kumanyaları, peksimetinden zeytinyağına, pirincine, sirkesine kadar mahzenlere kondu. Sonra her teknenin takımına bir kışla verdim. Her gün Orta'dan kazanlar kaynayıp "Baba Çorbası" çıkardı. Herkes yemesinde içmesinde, bu minval üzere bir karındaş gibi geçinir giderlerdi.

Halktan hiç kimsenin ırzına, malına, oğluna uşağına zulmedip incitmezlerdi.

Cicel halkı, "Elhamdülillah, bu bize Rabbimizin bir lütfudur. Hayreddin Paşa beldemize ayak basalı,vilayetimiz mâmur oldu." derlerdi.

Nasıl demesinler ki, biz Cicel'e gelmeden önce kıtlıktan taş taşı yermiş.

O dokuz barçadan beşi buğday yüklü idi. Buğdayın onda birini fukaraya sadaka verdik. Diğer eşyaları satıp savup gazilere pay ettik.

Barçanın biri kereste yüklü idi. Bu kerestelerden on ikişer oturaklık üç pâre tekne yaptık. Meğer firkate kerestesi olarak kafire gidermiş. İslam'a nasip oldu.

( BARÇA, hem nakliye, hem harp gemisi olarak kullanılan, kalyon türünden altları düz 2-3 direkli yelkenli büyük teknelerdir. )

( FİRKATE: Her küreğini iki-üç kişinin çektiği 10-17 oturaklı, yaklaşık 80 savaşcı taşıyan hafif donanma harp gemisi. )


Yeni bir sefer

Böylece on iki pâre teknemiz oldu.

Reislere, "Altı pâre tekneyi yağlayıp hazır edin. Kış gelmeden varıp bir sefer daha kaçırın." dedim.

"Bâşüstüne!" deyip altı pâre ile sefere çıktılar.

İşleri rast gitti. Boş bir soluk bile almadılar. Venedik körfezinde bir barçaya rast geldiler. Onu kakıp aldılar.

Gayet zengin bir barça idi. Yükü bütün çuha kumaş, tüfek, tabanca, safrası dahi demir idi. Hem on bin Venedik altını çıktı. Otuz altı kafirle birlikte büyük ganimet idi.

"Bize bu doyumluk yetişir!" deyip oradan döndüler.

Aktarmayı sıkıca yedeklerine bağlayıp fırışka rüzgarla sırıkları teknelerin sırtına vurup kullanarak gelirlerdi. Favulyane ile Kapı Pasaru kanalına geldiklerinde, tuz yüklü büyük bir filebot aldılar. Amisterdam vilayetine gidermiş. Onu da yedeğe bağladılar. Amma filebotun kafirleri firar eylediklerinden alamadılar.

Kapı Pasaru (Capo Passero) - Sicilya Adasının güney ucu - İtalya  |  Google haritasında mevkii


Müslüman esirlerin kurtulması!

İş rast gelince gelir. Rüzgar uygun olarak daha çok fırışkalandı. Öyle ki teknelerin altından ateş çıkardı.

( FIRIŞKA: Bütün yelkenleri kullanmaya müsait rüzgar. )

Gazi askerler, "Yâ rab şükür! Ganimetimizi verdin, işimizi rast getirdin." diye dualar ederdi.

Bu şekil bozulmadan Yedi Burunlar denilen yere geldiklerinde bir kafir korsan teknesine rastladılar. Yirmi iki oturak bir Mayorka teknesi idi. Onu da aldılar. İçinde yüz elli kafir ile altmış müslüman esir vardı.

Elhasıl yirmi üç gün sonra Cicel limanına girdiler. Büyük şenlik şâdımanlık eylediler.

Gazileri gidip karşıladım. 

"Hoş geldiniz, safa geldiniz oğullar, gazanız mübarek olsun!" deyip hâl hatır soruştum.

Müslüman esirlerin kurtulduğuna ganimetten fazla sevindim. Tuzun gelmesine ise dünyalar bizim oldu. Çünkü tuz gerek Cicel'de gerek kabilelerde yoktu. Tuzu da boşaltıp mahzenlere doldurduk. Onda birini de fukaraya sadaka verdik.

Aktarma olan Venedik barçasını da boşaltıp, teknelerin hakkı olan beşte biri ayırdıktan sonra kalanı askere hak üzere pay ettim. Her askere yüz seksen beş altın, çuha, tüfek, tabanca, bez, demir düştü. Cümlesi zengin oldular.

Altmış müslüman esire gelince... Onlara da askere verdiğim gibi, ganimetten birer pay verdim. Hem esirlikten kurtuldular, hem de zengin oldular.

Cicel vilayeti benim gelişimden sonra öyle mâmur oldu ki ancak olur. Etraf ve civardaki tüccar hep buraya gelir, ganimet eşyasından alıp öteki vilayetlere götürürlerdi. Bir akçaları on olurdu.

Çünkü gaziler beşe ona bakmazlardı. Hemen gelişine göre satıp, akçalarını kemerlerine korlar idi. Zira Allah kapısından gelirdi.


Firkate ustası esir

Mayorka teknesinde bir üstad firkate ustası varmış. Onun usta olduğunu kimse bilmezdi. Bir gün kendi kendiliğinden bana gelip, "Sultanım, eğer bana azatlık verirsen, sana bir müzegalere tekne yapayım ki uçar kuşa hükmeylesin." dedi.

Böyle bir usta gözümde tüterdi.

"Yapacağın tekne istediğim gibi olursa, azatlık değil, daha fazlasını da yaparım." diye cevap verdim.

Usta varıp dağdan istediği gibi kereste kestirdi. Yerine taşıttı. Yirmi altı oturak bir müzegalere yaptı ki böylesi olmamıştır.

Pek ziyadesiyle dilber bir tekne oldu. On iki eski teknemizle yeni aldığımız yürük Mayorka teknesi bununla koşuya çıktılar. Gerek kürekte gerek yelkende cümlesini geçti.

O gün gazilere güzel bir ziyafet verdim. Gülme oynama, yeme içme eylediler.

Ustaya büyük bahşişler verip ummadığı ihsanda bulundum. Azad oldu.

Usta birden bu kadar ikram görünce sevincinden öleyazdı.

"Sultanım, sana bir işkanpavye dahi yapmadan vilayetime gitmem." dedi.

( İŞKANPAVYE: Kürek ve yelkenle hareket eden süratli küçük tekne. )

On iki oturak işkanpavye yaptı. Bu da önceki gibi güzel oldu. Sonra usta memleketine gitti.

Teknelerimizin hepsi on beş oldu. Kış yaklaştığından karaya çekip o kışı orada kışladık.


Sinan Reis'le tanışma

Bahar gelip de ortalık süslenince, tekneleri deryaya atıp, kalafat edip yağlamaya başladık. On beş pâre tekne olarak Cicel'den çıkıp gazaya teveccüh eyledik.

Bindiğim müzegalere hepsini geçerdi. Yalnız işkanpavye ona biraz uyar, kıçında ayrılmazdı.

On beş pâre tekne ile Cenova, Alkorne, Kalevre, Papapulya taraflarını harâb ettik. On dört gün içinde yirmi bir parça ganimeti Cicel'e yolladık.

Cenova (Genoa - Genova) - İtalya  |  Google haritasında mevkii

Sonra Venedik körfezine geldik. Burada üç tekne vardı. Bizi görünce kaçtılar. Birisi gayet yürük idi. Onun ardına benim bulunduğum tekne düşebildi. Öteki gemilerin cümlesi görünmez oldu. Yalnız işkanpavye bir top atımı mesafeden beni takip ediyordu.

Koğduğumuz teknenin kaptanı kaçarken su varillerine varıncaya kadar denize atıp teknede bir şey komadı. Gemiyi hafifletip elimizden kurtulmak isterdi. Teknesinin yürüklüğüne çok güvenirmiş. Ama el elden üstündür demişler. Şüphesiz yürükten de yürük bulunur.

Kaçan tekneyi yetişip tuttuk. Meğer Müslüman teknesi imiş.

Reisine Sinan Kaptan derlerdi. Bunlar gönüllü olarak üç pâre tekne donatıp korsanlık ederek Cezayir'e doğru, bana gelirlermiş. İyi rast geldik.

Görüşüp, konuşup, hâl hatır soruşunca, bu Sinan Kaptan'dan pek hazettim.

Sohbet sırasında Sinan Reis latife olarak, "Sultanım, Allah vücudunuzu hatasız eylesin. Siz her koğduğunuzu böyle mi koğarsınız? Yirmi senedir tekneye biner, sancak çekerim. Bu zorluğu kimseden çekmedim. Şimdiye kadar gerek kafir gerek Müslüman teknelerini geçerdim. Teknemi denemek için onlara çok ettim." deyince, "Ey oğlum Sinan Reis! Sen bilmez misin ki, eden bulur." yollu aramızda latifeler ettik. Zevk hâsıl oldu.


Müzegalere

Sinan Reisi koğalamaya başladığımda kuşluk vakti idi. Öğleden sonra yetişip tuttum. Orsalabanda yatıp ayakdaşları bekledim. Onlar akşam namazında güç ile gelip yetiştiler. Bundan anlamalı ki bizim müzegalere ne mertebe taban çekerdi.

Süsleme üslûbunu görenler de aşık olur kalırdı. Baştarda usûlünde kıç baş bütün yaldızdı.

Sinan Reis de gelince cümlemiz on sekiz pâre tekne olduk. Orada sabahladıktan sonra Santomariya tarafına gittik.

Ayamavra (Santomariya) (Lefkada)  -  Yunanistan   |  Google haritasında mevkii

Orada dokuz adet barça görüp aldık. Kiminin yükü ibrişim, kiminin çuha, kiminin buğday, kiminin peynir bal, hep güzel şeyler idi.

"Bu kadar ganimet yetişir." diyerek dönüş emri verdim.

Ertesi gün bir büyük barçaya daha rast geldik. Kafir askeri dolu idi. Onu da fethedip aldık. Ancak çok kayıp verdik. Allah hepsine rahmet eylesin.

Cenk sırasında bir top taşı gelip başımdan sarığımı götürdü. Teknenin tirenketesi de sakat kaldı. Oradan kalkıp Cumâre-canpare taraflarına geldiğimizde yedi pâre Tunus teknesine rasladık. Onları da aldık. Adamlarını Cicel'e gelinceye kadar kürek çekmeye mahkum ettim.


Otuz üç barça ganimet

Sefere çıktığımızın elli sekizinci günü Cicel limanına döndük. Üç gün üç gece şenlik eyledik. Dostlar sevindi, düşmanlar yerindi. Nasıl şenlik eylemeyelim ki, daha önce gönderdiğimiz aktarmalarla yedekte sürüyüp getirdiklerimizin hepsi otuz üç tane barça idi. İçinde zengin barçalar var idi ki milyon ederdi.

Cicel limanı barça ile doldu. Otuz üç barçanın hepsinden dört yüz yirmi beş kafir toplandı.

Cezayir'den Cicel'e geldiğimizden beri sekiz yüz elli beş esir kafir almıştık.

Aktarmaları boşaltıp hepsini satıp savdık, pay ettik. Gaziler ihtiyaçtan berî oldular.

Sinan Kaptan derya işlerinde mâhir, bahâdır ve yiğit bir er idi. Onu teknelerin üzerine kaptan tayin ettim. Kendim ibadât ü tâat ve zevk ü safâda oldum.


Kurtoğlu'nun Tunus'tan gelmesi

Tunuslular, yedi pâre teknelerini alıp adamlarını cezalandırdığımı öğrenince mâteme düştüler. Kurtarmak için tedbir düşünür oldular.

Tunus'ta Kurtoğlu nâmında bir firkate kaptanı vardı. Önceden kendisi ile bir miktar dolaşmış idik.

Tunuslulara şöyle demiş: 

"Hayrettin Paşa yumuşak huylu devletlü bir âdemdir. Sizin ona ettiğiniz kancıklığa göre bir başkası olaydı, hepsinin başını keserdi. Siz verdiği cezaya razı olun. Zira siz ona az iş eylemediniz. İnşallah ben gittiğimde adamlarınızı kurtarırım, amma gemileri vereceğini bilemem"

Neticede bu Kurtoğlu üç tekne donatıp kıymetli hediyelerle Cicel limanına girdi. Destur alıp huzuruma geldi.

Hâl hatır soruşturduktan sonra hediyeleri getirip teslim etti. Bunların arasında on bin Venedik altını da vardı.

Her ne hâl ise, evvelden dostluğumuz olduğundan, Kurtoğlu, "Sultanım beni Tunusluların yanında mahcup düşürme. Ben ayağının toprağına bu dava ile geldim. İnşallah efendimin yanında sözüm reddolmaz dedim." dedi.

Kurtoğlu kaşmer herif olduğundan sonunda bizim gönlümüzü etti.

"Senin hatırın için öyle olsun. Affeyledim." dedim. Amma teknelerin birini de vermedim. Adamlarını verdim, çıkıp gittiler.


Murabıt'ın Kâdîoğlu ile konuşması

Cezayir'den çıkmadan evvel, Kâdîoğlu'nun adamına kale anahtarlarını vermiş. "Gelsin kendini sınasın, sultanlık sürsün!" demiştim.

Amma bana rüyamda Hızır aleyhisselam, "Üç seneye kadar yine gelirsin, nusret senindir." diye haber vermiş idi.

Murâbıt Kâdîoğlu'nun yanına vardıkta, Kâdîoğlu, "Nişledin yâ murâbıt! Beni Hayreddin Paşa ile sulh eyledin mi, yoksa kuru boş mu geldin? deyince murâbıt, "Kuru boş gelmedim. Lakin iyi de gelmedim. Ne şekil geldiğimi ancak yalnız kalınca sana söylerim." diye cevap verdi.

Kâdîoğlu herkesi çıkarıp murabıt ile ikisi kalınca, murabıt "Sen beni Hayreddin Paşa'ya sulh için gönderdin. Vardım, ahvâli ifade ettim. Bana "O sözünde sadık değildir, yalancıdır. Ümmet-i Muhammed arasına fitne koymaktan vazgeçsin. Madem ki muradı Cezayir'e gelip oturmaktır, işte kalenin anahtarları. Var götür gözüne soksun. Gelsin Cezayir'e otursun. O dahi kendini sınasın." dedi. Şimdi eğer beni dinlersen, seninle beraberce ikimiz Hayreddin Paşa'ya kıyafet değiştirir gideriz. Getirdiğim kale anahtarlarını öper eline verirsin. Ve dersin ki "Haşa, sen benim efendimsin, Padişah vekilisin. Benim senden aradığım oğullu babalı olup aramızdan düşmanlığın kalkmasıdır..." Böylece Paşa'nın hatırını alırsın. Zira anladığım odur ki, bu Hayreddin Paşa boş adam değildir. Boş olan kimse Ümmet-i Muhammed'in rahatı için kendi saltanatını terk eylemez." diyerek hali Kâdîoğlu'na hikaye eyledi.

Bu murabıt ehl-i hâl bir derviş idi. Bunca hikmetli söz ettiğine göre kendinin dolu olduğu bellidir.


Kâdîoğlu'nun murabıtın boynunu vurdurması

Murabıt sözüne bu şekilde son verince Kâdîoğlu'nun Firavun damarı tepreşti.

Hani evvelden murabıtı bana gönderip, "Elini ayağını öpeyim beni Hayreddin Paşa ile barıştır." diye yalvaran adam, hemen o saat murabıtın boynunu vurdurdu. Allah rahmet eylesin.

Kâdîoğlu şöyle derdi:

"Hayreddin Paşa korktuğu için kalenin anahtarlarını bana gönderdi, gelsin otursun diye. Bu herif de bilmem ne pohlar yiyor. Yok onunla Cezayir'e gideyim, anahtarları yine Hayreddin Paşa'ya çevirip ondan özür dileyeyim. Benim efendimsin, Padişah vekilisin diyecekmişim. Halbuki o herif düşündü baktı, benim zoruma dayanamayacak, hemen erkenden anahtarları gönderdi. Kendi kapağı attı. Bunu bilmeyecek ne var. Amma akıllı adam imiş. Benim elimden kurtulamazdı. Kendi isteği ile gittiği iyi oldu."


Kara Hasan'ın sözleri

Kâdîoğlu Kara Hasan'ı çağırıp anahtarları gösterdi, "Hayreddin Paşa bizden korkusuna kaçtı. Kalenin anahtarlarını gönderdi. Sen ise bana, zamanın kahramanıdır diye onu medhederdin." diye hayli öğündü.

Kara Hasan, "Dinlendi Kâdîoğlu! Şimdi biz Hayreddin Paşa ile düşmanız. Amma isterse düşman olsun, ben yiğidin hakkını yidirmem. Eğer benim bildiğim Hayreddin Paşa ise, senden de başkasından da pervâsı yoktur. Amma bu anahtar göndermede bir iş vardır." dedi.

Kâdîoğlu, "İşte ben murabıtı, senin gibi Hayreddin Paşa'yı medhettiği için katleyledim." dedi.

Kara Hasan, "Böyle demekten maksadın, seni de murabıt gibi ederim demekse, ölüm bize layıktır. Çünkü Hayreddin Paşa gibi bir gazi dilaveri bırakıp da senin gibi köpeğin yanına geldim." diye cevap verdi.


Kâdîoğlu'nun Cezayir tahtına oturması

Kara Hasan bir pars gönüllü adam idi. Kâdîoğlu'na kızıp çıkıp gitti. Kara Hasan gidince Kâdîoğlu'nun başına kıyamet koptu. Söylediğine nâdim oldu. Hele güç bela ile araya şeyhler, murabıtlar koyup Kara Hasan ile tekrar barış görüş oldular.

Kâdîoğlu, Kara Hasan'a dayanırdı. Tekrar hatırını almak için altına bedevi atar kısraklar çektirdi. Otağına sarıdan beyazdan yağdırdı. Bütün işleri üzerine kethüda tayin etti.

Kâdîoğlu Cezayir'e gelip Kara Hasan'ın yardımı ile tahta oturdu. İlk zamanlarda adalet, ihsan ve cömertlikle kendini tanıttı. Sonradan zulüm ve tecavüzü hadden aştı, olmadık kötülükler icâd etti.

Kâdîoğlu eskiden beri acem taifesinden hoşlanmazdı. Kara Hasan'ı sevmesi de kerhen idi. Nişlesin ki kendi rahatı için Kara Hasan'ı her belaya siper ederdi.

Halk ve asker üçe ayrılmıştı. Askerin bir kısmı ile ileri gelenler ve ulemâ gece gündüz bizi anıp hasret çekerlerdi.

Bir kısım asker Kara Hasan zümresi idi.

Cezayir dışındaki kabileler ile içerideki aşiret Arapları, "Allah sultanımız Kâdîoğlu'na yardım etsin!" derlerdi.

Kâdîoğlu derya gazasını battal etti. Deryaya çıkacak tekne de kalmadı. Teknelerin çoğu karada çürüdü. Bu gemi kısmı bakım ister. Bakılıp gözetmekle, bir yanından yapılmak ile göze görülür.

Biz ise kendi elimizle gözümüzle görüp gözetirdik.


Üç senenin dolmak üzere olması

Biz Cezayir'den giderken ulemâ, salih kimseler ve ileri gelenlerle vedaşırken, "Benim bu gitmem kendi reyimle değildir. Elem çekmeyin, Hak Teala ecelden aman verip, bu Cezayir'de daha kısmetimiz varsa, inşallah sizinle üç seneye kadar yine görüşürüz." demiştim.

Onlar da bu söz üzerine üç seneyi bekler idiler. Üç sene dolmaya az kalmıştı. Benim Cicel'de olduğumu bilirler ancak söylediğim söze göre geleceğimi ümit ederlerdi.

Bunlar kırk kişi idiler. "Cezayir'den çıkıp gitmesi madem kendi isteği ile değildir, şimdi sözünde durur. Çünkü ricâlullah zümresindendir, elbette Cezayir'e gelecektir." diye şüpheleri yoktu.


Türklerden veli çıkar mı?

Amma üç yılın dolmasına kırk gün kala yarısından çoğunun bu inançları bozuldu. Bir gün toplandıklarında ötekilere, "Hey adamlar, divâne misiniz? Bizler Peygamber soyundan gelmiş iken bile, ricâlullah yolunda olamıyoruz, sizler ise Etrak (Türkler) denilen kabileden bunu umuyorsunuz. Cezayir'e üç seneye kadar gelir, diyorsunuz. Halbuki onun maksadı Cezayir'den bir yolunu bulup firar etmekti. Kafir yakasında bir ada basmak bahanesiyle çoluk çocuğunu alıp nezaketle buradan kapağı attı. Varıp Cicel vilayetini mamur etti. Kafir yakasının bütün ganimetini getirdi. Donanma sahibi oldu. Zevk ü safâsı buradan iyidir. Hiç bu semte bakar mı? Sizin başınıza soğuk geçmiş." dediler.


Kırk kişinin gördüğü rüya

Böylece hepsinin fikri değişti. Yalnız iki üç kişi kaldı ki, bizim iyiliğimize ve boş adam olmadığımıza şehâdet edip dururlardı.

Toplantıdan sonraki gece, bu kırk kişinin hepsi bir rüya görüp ertesi gün birbirlerine anlattılar. Birinin gördüğünü hepsi de görmüş.

Rüyaları şöyle idi:

Bunlar kendilerini, deniz kenarında etrafı gül gülistanlık, akarsuluk, misk ü amber kokar, râyihasından dimağlar bayılır bir yerde buldular. Bir yeşil otağ kurulmuş. İçinde Nebiler Sultanı, doğrular rehberi, yüce ve temiz Hazret-i Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, etrafında Ashâb-ı Kirâm rıdvanullahi teala aleyhim ecmain oturmuşlar. Bu kırk kişi otağın taşrasından bakıp gördüler ki, tahkir edip küçümsedikleri adam al bir elbise içinde, belinde pırıl pırıl bir kılıç, Rasulullah'ın önünde edeb ve tazim ile başı önünde diz çöküp oturmuş.

Rasul-i Ekrem efendimiz buyurmuş:

"Ya Hayreddin! Allah'a tevekkül et. Kendi yerine dön. Kafirlere ve hasmın olan münafıklara karşı zafer kazan."


Gazileri boş mu sanırsınız

Rüya burada bitmiş, uyanıp, "As-salâtu ve's-selâmu aleyke ya Rasûlallah!" demişler.

Sabahleyin bir araya gelip hali öğrenince, bizi bırakmayan üç kişi, "Gözünüzle gördünüz mü, nede ne varmış? Rasûlün sancağını çekip, ömrünü dîn-i mübîn uğruna harcayan gazileri siz boş mu sanırsınız? Ol gazi size Etrakliğini de Müslümanlığını da gösterdi. Siz de ne olduğunuzu şimdi bildiniz mi?" dediler.

Ötekiler ise başlarını eğip cevaba kâdir olamadılar.

Aynı gece aynı rüyayı ben dahi gördüm. Uyandığımda henüz misk ü amber kokusu dimağımda idi.

"As-salâtu ve's-selâmu aleyke ya Rasûlallah!" diye salât ettikten sonra kendi kendime bu rüyayı tabir edip, "Ey koca âsi Hayreddin, bu saadet ki sana erişti, inşallah yine Cezayir'e dönüp dostlarımızı şâd, münafıkları berbâd etmemiz de muhakkaktır." dedim.

Kalbimden Cezayir'e gitmeye niyet bağladım. Amma kimseye söylemedim.


Cezayir şeyhlerinin mektupları

O gün Cezayir'in büyük şeyhlerinden mektuplar geldi.

"Ey Paşa efendimiz, bu nasıl şeydir ki, sen Cezayir'in uğrunda bu kadar meşakkat çektin. Tam safâsını sürecek iken, kendi isteğinle kalkıp Cicel'e gittin. Bundan maksadın nedir? Mektubumuzu alınca, Rasûlullah aşkına olsun, gelip yine bu toprağı mübarek ayağınla şereflendir. Seni Cezayir kapısına kadar eriştirmek bizim boynumuzadır." demişler.

Rasûlullah'ın mucizesi olan rüya bereketi ile Kâdîoğlu'nun en çok inandığı ulu şeyhler hep ondan yüz çevirip bize döndüler.

Bu mektuplara verdiğim cevapta, "Sizler ki şeyhler, murabıtlar ve bilcümle Arap kabileleri büyüklerisiniz. Selam ve duadan sonra, gönderdiğiniz mektuplar elime vardı. Malumumuz oldu. Allah sizlerden razı ola. Lakin benim size itimat edecek halim kalmadı. Eğer hakikaten sözünüzde sâdık iseniz birer evladınızı getirip bana teslim edin. Benim de kalbim mutmain olsun. Ayrıca yoldaşlarımın binmesi için yedi bin iyi hayvan, kendim için iyisinden bir kaç yedek gönderesiniz." diye yazdım.

Böyle ağır teklifte bulunmaktan maksadım, bakalım bizi hakikaten isteyip dilerler mi, anlamak içindi. Beni hakikaten dilerler ise, istediğim şeyleri de gönül rızası ile verirlerdi. Zira Arap kısmı çokluk vermekle başı hoş değillerdir. Çetin kozdur, kırabilirsen yersin.


Askerin gamlı olması

O sıralarda Sinan Kaptan dokuz pare tekne ile seferde idi. Sette Boğazı tarafına gitmişlerdi.

Sette Boğazı (Sebte Boğazı)  -  Cebel-i Târık Boğazı   |   Google haritasında mevkii

On iki pâre aktarma alıp geldiler. İspanya yakasında Gırnata dağından yedi sekiz yüz Endülüs taifesinden Müslümanı de teknelere komuşlardı. Sinan Kaptan'a böyle yapmasını ben söylemiştim.

Yirmi bir pâre tekne şenlik ederek Cicel limanına girdiler. Gidip karşıladım.

"Hoş geldiniz oğullar, safa getirdiniz. Gazanız mübarek ola." diye hâl ve hatırlarını sordum.

Amma baktım ki, askerlerin yüzlerinde sevinç eseri yok. Hep gamlıdırlar.

Sordum:

"Nedir oğullar? Sizde ben bir üzüntü görürüm. Hayır ola!"

Hepsi birden:

"Paşa efendi baba, nasıl sevincimiz olsun? Cezayir uğrunda, Hak katında zayi olmasın, bu kadar zahmetler çektik. Şimdi bir Arap gidisi safasını sürüyor. Şimdi seferden gelirken hava muhalif oldu. Cezayir vilayetimizdir diye, limana doğru yatmağa vardık. Kâdîoğlu gidisi istemedi. Kaleden "alarga durun" diye bize top attılar. Pek gücümüze gitti. O zaman bütün yoldaşlar sözleştik, ya sen efendimizi Hakk'ın yardımı ile yine yerine oturup Cezayir'i Kâdîoğlu gidisinin elinden alırız, yahut bu yolda hepimiz başımızı feda ederiz."

Bu sözlere duyunca kalbimden "Sadaka Rasûlallah!" dedim.


Baharda Cezayir Üzerine

O zaman bildim ki Allah'ın yardımı Peygamber'in mucizesi ile bizim Cezayir'e gitmemiz muhakkaktır. Zira bu alametlerin hepsi aynı günde meydana çıktı.

Askere, "Pek güzel oğullar. Hak Teala tedbirinizi takdire uygun kılsın. Allah ecelden aman verirse baharda Cezayir üzerine sefer etmeye kararlıyız. Kalbinizi hoş tutun. Hayr olsun!" dedim.

Asker de ferahlayıp gülüp oynamaya başladı. Allah'ın hikmetine bak ki, aktarma barçalardan biri ağzına kadar çadırlık ile doluydu. Bize de ordugâh çadırı için çok lazımdı. Sanki bedava gibi geldi. Bu şeyler hep işin rast gelmesinden işarettir.

Bundan sonra sefer hazırlığı başladı. Bütün kış boyu her çeşit levazımatı gereği gibi gördük. Sinan Kaptan'ı çağırıp ahvâli ifade ettim:

"İnşallah ben baharda Cezayir üzerine gidince sen burada kalırsın. Haremim de burada kalacak. Sana emanettir. Tâ ki öteden sonra ne şekil emredersem ona göre iş işlersin."

"Başım gözüm üstüne. Başım üzre tapun. Allah teâlâ akıbet hayırlığı, iş rastlığı vere."


Sekiz bin piyade, dört bin atlı

Bahar gelip etraf yeşerince, Cezayir şeyhleri gelmeye başladı. Ne teklif edip yazdımsa hepsini fazlasıyle getirmişler. Otuz kırk kadar evlâtlarını da getirip rehin kodular.

"Hemen mücahitler reisi, kâfir ve müşrikler katili Paşa efendimizin kalbine şüphe gelmesin." dediler.

Bir de, bir al bedevi kısrak getirdiler ki, önüne iz kor yok idi, değeri ölçülmezdi. Oğlum Mehmed Kaptan'dan sonra denizde müzegalere ve karada bu al kısraktan daha sevgili yanımda bir şey yoktur.

Günlerden bir gün, Cezayir deyip yola çıktık. Sekiz bin piyade, dört bin atlı, üç yüz çadırlık kuvvetimiz vardı. Şeyhler de adamları ile orduya katıldılar. İki üç yüz kadar atlı da benim etrafımda bulunurdu. Bir kaç yüz gaziyi de Cicel'de Sinan Kaptan'la beraber teknelerin yanında bırakmıştık. Ne olur ne olmaz diye.

Bu şekilde kona göçe Cezayir'e doğru yola çıktık. Bir akşam Kâdîoğlu taraftarı büyük bir köy altına konduk. Asker çıkarıp karşı koduklarından o köyü berbâd harâb eyleyip yedi sekiz yüz kelle kestik.

Bunu haber alan civar köyler hep yedekleriyle gelip bana tâbi oldular. Hepsine eman verdim. Evvelki suçlarını affeyledim. Bu iyiliğim üzerine aralarında, "Artık ömrümüz oldukça Hayreddin Paşa'nın reâyâsı olalım. Hakkında fena söz söyleyenin, hep bir olup dilini ensesinden çıkaralım." diye sözleşmişler.

Sonunda bu haberler Kâdîoğlu'na da vardı:

"Ne gününe durursun? Hayreddin Paşa'nın dokuz pâre teknesini Cezayir'e girmeye bırakmaman pek fazla güçlerine gitmiş. Şimdi büyük ordu toplayıp dört nala üzerine geliyorlar. Gafil olma! Filân köyün halkı karşı geldi de hepsini kılıçtan geçirdiler. Bu hali gören ötekiler boyunlarına mendil bağlayıp yedeklerini rehinlerini getirip ona tâbi oldular."

Bu haberleri işiten Kâdîoğlu'nun dudakları çatladı. Şaşkınlığından iki yanına divane gibi bakınmaya başladı.

Onun bu halini gören kethüdası Kara Hasan, "Ne oldu, canını mı aldılar? Sen sakın bu lâflara aldırma. Madem ki ben sağım, senin Hayreddin dediğin herif buraya bakmaya kadir değildir. Diyelim ki gerçek olsun. Ne olacak!" diyerek cesaret verdi.

Bunlar böyle konuşurken iki üç haberci daha geldi. "Hayreddin Paşa kürüdüp geliyor, siz ne gününüze durursunuz?" dediler.

O zaman eski haberlerin de doğru olduğunu anladılar. Kara Hasan eteğini beline sokup asker toplamaya başladı. On iki bin atlı ve sekiz bin yaya olup Cezayir'den bize karşı çıkıp geldiler.

Cezayir'den bir kaç konak beride sarp bir yer vardı. Bunlar oraya gelip konmak için can atarlardı. Halbuki ben onlardan önce o konağa varıp, sırtımı dağa verip yatmış idim.

Kâdîoğlu ile Kara Hasan'a, "Hayreddin Paşa filân konağa konmuş." diye haber gelince, Kâdîoğlu'nun keyfi bozuldu.

Kara Hasan, "Ne var be herif! Yer hep birdir. Daha karşısına geçmeden canın çıkacak." diye Kâdîoğlu'nu azarladı.


Bütün düşmanların böyle olsun

Sonunda gelip bizim karşımıza kondular. Birinci gün büyük savaş oldu. Kâdîoğlu'nun askeri büyük kayıp verdi.

Kâdîoğlu, "Bu hâl hayra işâret değildir." diyerek o gece kasvetinden gözüne uyku girmedi.

Kara Hasan, "Yarın sabah sen seyret ben onlara ne boza içireyim." dedi.

Ertesi sabah iki asker birbirine karşı olup cenge başladılar. Atlı atlı ile yaya yaya ile bir karışma cengi oldu ki, yâ Settâr-ül Uyûb!

Bizim asker o gün her biri güya bir ejderha olup Kâdîoğlu'nun askerini dem çekmeye başladılar. Ya medet Allah! Cenk gittikçe kızışıp, iki taraftan kelleler bostan kesimi gibi ayaklar altında yuvarlanmaya başladı. Kulak, tırnak, parmak güya dülger yongası gibi saçıldı.

Cenk sabahtan ikindiye kadar sürdü. Kan gövdeyi götürdü. Kâdîoğlu askeri gazilerin önünden kaçmağa başladı.

Kara Hasan ise ölümlük yara alıp at boynuna düştü. Bu halde cenk ortasından çıkarıp götürdüler.

O zaman Kâdîoğlu'nun aklı başından gitti. Onun o kadar dayanmasına sebep Kara Hasan idi. Baktı gördü ki, iş işden geçmiş, belâ deryâsı baştan aşmış, o zaman kaçmaya karar verdi.

Kâdîoğlu kaçarken bize tâbi olan şeyhlerden birinin yanına düştü. O da fırsatı ganimet bilip yanı başından geçerken yaradana sığınıp bir mızrak savurdu. Öyle sapladı ki öbür tarafından çıktı. Kâdîoğlu kısrağının ayağına düştü. Şeyh atından inip Kâdîoğlu'nun başını kesip bize getirdi.

"Bütün düşmanların böyle olsun. Devletinle bin yaşa!" diye alkışladılar.

Kâdîoğlu gibi kötülük dolu bir fitnenin yeryüzünden kalkmasına şükürler ettim. Başını getiren şeyhe Kâdîoğlu'nun kısrağı ile yüz altın bahşiş verdim.

Her yerde salavatçı eksik olmaz. Bilhassa umerânın yanında. Bunlar, "Efendi, bu Kâdîoğlu'nun kısrağını şeyhe neden verdiniz. Ona yüz altın bahşiş yetişirdi. O kısrak cins hayvandır. Bin altın eder." dediler.

"O kısrak cins olaydı, sahibini ele vermezdi!" deyip, salavatçıları mat ettim. Cevap vermeye mecalleri kalmadı.


Kara Hasan'ın kellesini alalım

Kâdîoğlu'nun askeri ise bu hali görünce, "Biz gayrı kimin için cenk ederiz. Baş giderse ayak durur mu?" dediler.

Sağ kalanların hepsi gelip bana tabi oldular. Hükümet tamamen elimize geçti.

Bu sırada ağır yaralı olan Kara Hasan yanındaki beş yüz Türk askeri ile beraber at boynuna düşüp kaçmakta idi.

"Beni şimden sonra Hayreddin Paşa'nın elinden bir yer kurtaramaz. Ancak Vahran kurtarır." deyip Vahran yoluna düşmüştü.

Yanındaki beş yüz asker, benim incinip Cezayir'den çıkmama sebep olan küstahlar idi. Divan ortasında yüz seksen beş beldeliyi katledip ileri geri lâf etmişlerdi.

İçlerinden temizce biri, "Biz bu herifin ardına niçin uyup gideriz? Biz kendi başımızın çaresine baksak ya!" deyince ötekiler, "Ne gibi?" diyerek sordular.

"Hayreddin Paşa'ya ettiğimiz işleri unuttunuz mu? Herifi adam yerine komayıp divan ortasında silâh çekip herifleri katlettiniz. Gerçi onların katline ulema fetva vermişlerdi. Amma yine hak olan, onların af mı edilip katil mi olunacaklarının hâkim izni ile olması idi. O küstahlığımız şöyle dursun, şimdi vardık herifin düşmanı olan Kara Hasan'ın yanına hempa olduk. Kâdîoğlu'nun kellesi kesilip yanındakiler bütün varıp Hayreddin Paşa'ya tâbi oldular. Biz ise kaçkın herifin ardınca gidiyoruz. Evvelki kabahatimiz yetişmez gibi kendimizi daha çok kabahatli ediyoruz. Şimdi benim bildiğim budur ki, Kara Hasan'ın başını keselim, sonra hepimiz doğrulup Hayreddin Paşa'nın huzuruna gideriz. Kara Hasan'ın kellesini götürür, halimizi ifade eder, bağışlamasını dileriz. O halim tabiatlı mürüvvet sahibi bir devletlidir, isterse bizim hepimizi helak eylesin, dilerse azad kılsın."


Hoş geldiniz oğullar!

Hepsi de bu fikri doğru buldular. Kara Hasan'ı tutup başını kestiler. Beş yüz yiğit doğrulup yanımıza ordugâha geldiler.

Gördüler ki Kâdîoğlu'nun kellesi otağın önünde kazığa dikilmiş durur. Kara Hasan'ın kellesini de yanına diktiler.

"Devletlüm sen çok yaşa!" deyip kendilerini tanıttılar, özür dilediler.

O zaman ellerimi açıp, "Hamd ve şükür olsun yarabbi! Kara yüzlü hayının da belâsını verdin." diye şükrettim.

Sonra yiğitlere dönüp, "Hoş geldiniz oğullar! Safâ geldiniz. Benim sizlere pek çok hatırım kırılmış idi. Amma madem ki kara yüzlü hayının başını kesip bana getirdiniz, ben de ona karşılık, sizin bana divan ortasında ettiğiniz küstahlığı affettim. Evvelki gibi yine oğullarımsınız. Şimdi her ne ise olan oldu. Giden gitti. Bir daha böyle iş işleyen bizden değildir. Evlâdım dahi olsa ortadan kaldırırım." diyerek nezaketle azarladım. Utanıp tövbe istiğfar ettiler. Eskisinden çok bize bağlandılar.

Mübarek bir saatte o konaktan kalkıp, Cezayir'e girdim, yerime oturdum. Cezayir'in büyüğü küçüğü gelip, "Saadetler olsun. Elhamdülillah ki yine mübarek yüzünü bize gösterdi." diye sevinç izhar ettiler.


Onun da tarihini kodunuz mu?

Âlim, sâlih ve ileri gelen kimselerden kırk kişi olan dostlarımız da geldiler. Bunlar bizi rüyada görenler idi. Bu rüyayı yalnız kendilerinin gördüğünü sanırlardı. Bizim de gördüğümüzü bilmezlerdi.

Sohbet sırasında, "Sultanım, giderken bize bir söz söylemiş idiniz. Ayrılığınızdan mahzun düştükçe onunla teselli bulurduk. Üç seneye kadar kısmet olursa yine gelir, sizinle görüşürüz, diye buyurmuştunuz. Gittiğiniz günden tarih koduk, tamam bu mübarek güne gelinceye kadar üç sene oldu. Ne bir eksik ne bir fazla." dediler.

Ben de, "Amma, benim geleceğime delil görmeden üç kişi inandı. Geri kalanınız hep delil gördükten sonra inandınız. Onun da tarihini kodunuz mu idi?" diye bir söz attım.

Bunun ne demek olduğunu anlayıncaya kadar da sözü başka sohbete çevirdim.

Bu kırk kişi dışarı çıktıktan sonra söyleşmişler:

"Gördünüz mü! Geçenlerdeki rüyaya da tarih kodunuz mu dediğini işittiniz mi? Artık hiç şüphemiz olmasın ki bu Hayreddin Paşa mutlaka veli bir adamdır."


Tûtî kuşu gibi tekneler

Cicel'de teknelerin ve haremimin üzerine muhafız bıraktığım Sinan Kaptan'a mektup yazdım:

"Sen ki oğlum Sinan Kaptan'sın,
Nâmem sana varınca, kendin benim müzegalereme binip, harem cemaatimi de alasın, öteki tekneleri de hep yollu yolunca çekip çevirip Cezayir'e gelesin. Göreyim sizi, Cezayir'e girerken dostun düşmanın önünde büyük şenlikler edesiniz."

Sinan Kaptan mektubumu alınca, ferah oldu. Sonra tekneleri yağlayıp donatmaya başladı. Süsletip, türlü renkli boyalarla tekneleri tûtî kuşuna dönderdi. Müzegalere ise hemen gelin gibi oldu.

Hepsi otuz beş pâre tekne olarak mübarek bir saatte Cicel limanından çıkıp Cezayir'e yaklaştıklarında kumaş sancaklarını ve som sırma filândıralarını diktiler. Top tüfenk alabandası sağarak gelip limana girdiler. Cezayir'in burc ü bârûlarından da "Hoş geldiniz" deyu ikişer üçer kat alabanda sağıldı.

Sinan Kaptan'a da konak verildi. Levent ve gaziler kışlalara yerleştiler. Cezayir limanı teknelerle doldu. Cezayir'e yine ganimet malları aktı. Herkes işinde gücünde zevkinde safâsında oldu.