Fasıl 09 - Yalan dünyada rahat olunmaz

Dokuzuncu fasıl,

Abdullah'ın hayınlığına,
Ganimet gelen altmış tunç topa,
Göbekli Burç'u alışımıza,
Cezayir'in esirlere yaptırılmasına ve
İspanya kralının ahvâline

dairdir.

  • Abdullah'ın Hayınlığı
  • Seyyid Muhammed Sülûkî
  • Sülûkî’nin iyiliği
  • Ferhat
  • Rahat Cennet-i a’lâda
  • Altmış tane tunç top
  • Sana on gün mühlet
  • Minareleri topa tutmaları
  • Rüyadaki ihtiyar
  • Papazın fikri
  • Sen Pavlo Burcu'nun inadı
  • Şehrin kâfirlere yaptırılması
  • Ceneralin sözleri

 

Soydur çeker demişler.

Vaktiyle hakkımızda fitne ve fesatla uğraşan Tilmisan Sultanı’nı kardeşi Mesut’a yardım ederek İspanya’ya kaçırmıştık. Yerine geçen Mesut önce bize dualar kılıp, oğulluk edip elli bin altın göndermiş idi. Sonradan firavun kesilmiş, hakkımızda olmadık herzeler yemişti. Kefere ile birlik olup onlara zahire satmıştı.

Bunun üzerine küçük kardeşleri Abdullah bize sığınmış ona da yardım ederek Mesut’u kaçırıp Tilmisan tahtına Abdullah'ı geçirmiş idik.

Abdullah da bize minnettar olup hediyeler gönderip muhabbetnâmeler yazmış idi. Ammâ bir zaman sonra o da azdı. Muhâfız diye isteyip de yanında alıkoyduğu yüz gaziyi geri gönderdi. Halka zulme başladı. Kefereye zahire sattı. Kâdioğlu fitnesinde onun tarafını tuttu.

Bu haberler bize gelince, Abdullah’a bir mektup gönderdim .

Eskileri hatırlattıktan sonra, “Bu ülkeler, Padişah-ı İslâm, şevketlü Selim Han hâzretlerinindir. Nâmem sana vardıkta imanını yenile, İslâm’a dön. Hutbe ve sikkeyi şevketlü efendimiz üzerine eyle. Ocağa üç senedir göndermediğin vergini otuz bin altın olarak öde. Böyle edersen ne hoş, aksi halde seni karındaşlığın Kâdioğlu’ndan beter ederim. Haber aldım ki, Kâdioğlu’ndan ötürü bana çok beddua etmişsin. Sen beddua sanırsın, ama bana göre hayır duadır. Sakın sanma ki hayın berhurdâr olur, âkıbet ya boynu vurulur, ya berdâr olur.” diye sözü bitirdim.


Abdullah'ın Hayınlığı

Bu mektup Tilmisan Beyi Abdullah’a varınca, iyice kızmış.

Şeyhleri, murâbıtları ve ileri gelenleri toplayıp, hürmet edip, hatırlarını aldıktan sonra, “Ey cemaat! Hepiniz bilirsiniz ki bu belde bana ecdâdımdan miras kalmıştır. Ancak karındaşlarımla arama düşmanlık girince Hayreddîn dedikleri herif bana bir miktar yardım eylemiş idi. Ben de o iyiliğin altında kalmayıp ona bu kadar mal ve hediye göndermiş idim. Onlarla doymayıp şimdi beni vergiye bağlı bir reâya kılmak ister. Sizler bu işe razı mısınız?” diye sordu.

Onlar da, “Sen bilirsin.” dediler.

“Benim bildiğim odur ki, o kendi vatanına hükmeylesin. Benim işime karışmasın. Olmaz derse, iki el bir baş içindir. Vaktine hazır olsun. Ya taht ola ya baht. Kâdioğlu’nu bozdum kellesini kestim, diyerek bana kafa tutmasın.” dedi.

Mektubu getiren haberciyi geri çevirip, “Benim hutbe okuttuğum, sikke kestirdiğime haset edermiş. Benim vatanım başka diyardır. Bugüne bugün ülkemin padişahıyım. Hutbe okutup sikke kestirsem ne lâzım gelir. Var git söyle, bildiğinden geri kalmasın, elinden geleni geriye komasın.” dedi.

Haberci bu hali gelip anlatınca, “Ey mel’un, dilerim Allah'tan ki, karındaşlarından beter olasın!” diye beddua ettim.

Sonra tekrar mektup yazıp Tilmisan Beyi Abdullah’a gönderdim:

“Ey iyilik bilmez nâmert! Sen bana baba dedin, ben sana oğul dedim. Eğer atanın oğul üzerine bedduası geçer ise, dilerim Hazreti Allah’tan ki, sana da kendi evlâdın, senin bana âsi olduğun gibi âsi olup elinden âciz kalasın. Yine sonunda bana muhtaç olasın.”

Abdullah mektubu alıp okuyunca yırtıp parçalamış.

“Onun başına soğuk geçmiş. Benim bedduadan korkum yok. Hemen vaktine hazır olsun.” diye asker toplamaya başlamış.


Seyyid Muhammed Sülûkî

Amma Abdullah’ın Seyyid Muhammed Sülûkî adında bir oğlu vardı. Babasına isyan edip iki bin kadar atlı ile Tarâre dağına çıkmıştı.

Birkaç kere babasına haber göndermiş, “Bu dünya gençten gence, dinçten dincedir. Sen şimdi ihtiyar oldun, var duacı ol. Tilmisan’a ben sultan olurum.” demişti.

Babası ise bunu istemezdi.

Seyyid Sülûkî bizim Tilmisan üzerine sefere hazırlandığımızı haber alınca bir mektup yazıp gönderdi:

“Benim efendim, baktım gördüm ki, babamın Müslümanlığa yarar bir işi yok. Ümmeti-i Muhammed acısından ölürken o İspanyol kâfiri ile el birlik edip, buğdayı gemilere doldurup kâfir yakasına gönderir. Cihan Padişahı efendimiz hazretlerini bırakıp, kendi adına hutbe okutup sikke kazdırır. Sen ona bu kadar iyilikler eylemişken yine asker toplayıp senin üzerine gelmek üzeredir. Eğer atalık olmasa, çoktan vücudunu dünyadan kaldırıp, Ümmet-i Muhammedi zulmünden kurtarırdım.

Ey efendim, nâmem size vardıkta eğer izniniz olursa, gelip geri kalan ömrümü sultanım hazretlerinin emrinde geçirmeyi dilerim.”

Bu mektubu alınca gelmesi için haber gönderdim. Aynı gün Cezayir’den çıkıp “Ver elini Tilmisan” deyip yola koyulduk.

Abdullah’ın oğlu Sülûkî cevabım eline geçince pek sevinmiş. Yanındaki adamlarını dağıtıp beş on atlı ile gelip yolda bana katıldı. Yanımızda makbul adamlarımızdan oldu .

Tilmisan Beyi Abdullah da büyük hazırlık yapmış “Neredesin Cezayir” deyip gelmekte idi.

Günlerden bir gün karşılaşıp cenge duruştuk. Hak Teâlâ bize yardım etti. Abdullah’ın askerlerine gaziler öyle bir kılıç oynadılar ki, Kâdî askerine böyle oynamamışlardı.

Ordugâhı tamamen yağma edildi. Abdullah at boynuna düşüp kaçarken tutulup getirildi.

“Ey mel’un nâmert! Şimdi kendini görürsün. Seni ne şekil ölümle öldüreyim.” dedim.

Emrettim, keskin usturalarla başından tırnağına sırım çıkarıp öyle azap ile öldürttüm.

Sonra oğlu Seyyid Muhammed Sülûkî'ye kaftan giydirip Tilmisan'a bey yaptım ve "İşte babanı gördün, ne şekil öldü. Sen de yoldan çıkarsan babandan beter olursun" dedim.


Sülûkî’nin iyiliği

O konakta kaldım. Sülûkî’yi üç dört yüz gazi ile Tilmisan’a gönderdim. O da geçip babası Abdullah’ın yerine oturdu. Belde halkı bir bir gelip “Mübarek olsun” dediler.

Üç gün olup Sülûkî’nin misafirliği geçince beldeliyi topladı.

Onlara, “Göreyim sizi. Efendim Hayreddin Paşa’nın yanında da benim yüzümü ak edesiniz. Sizinle el birlik edip efendime bir peşkeş düzelim ki hiç görülmemiş olsun. Şimdiki halde yaptırmağa vaktimiz yoktur. Hemen her kimde güzel yadigâr hediye olacak şey varsa getirsin” dedi.

Hepsi, “Baş üstüne!” deyip o kadar mal getirdiler ki dağlar kadar doldu. Sülûkî bunları bağlattı, iki yüz hayvan yükü etti.

“Hoş geldin akçası”ndan da altmış bin altın toplandı. Buradan anla ki Tilmisan ne zengin bir yer idi.

Yirmi bin altın bana mahsus, otuz bin Ocak’a ve on bini de Sülûkî ile Tilmisan’a giden yoldaşlara verildi. Herkesin gönlünü hoş edip hatırını aldı.

Bunları kendi hazinesinden bir akça çıkarmadan yaptı. Kimseye cebr etmedi. Herkes kendi istek ve rızası ile getirdi. Çünkü babası Abdullah’ın çok zulmünü çekmişlerdi. Sülûkî’nin gelip babası yerine oturmasına sevindiler.

Sülûkî de onlara adaletle muamele etti. Halk onun başına yemin edip, hayır dua ile anarlardı. Kimseye zulmedip incitmezdi. İşini şeriat üzre görürdü.

Sülûkî ile beraber Tilmisan’a gönderdiğim dört yüz atlı Cuma namazından sonra vedâ edip ondan ayrıldılar. Beraberlerinde iki yüz yük altın hediye ve elli bin altın ile geldiler. Ayrıca Sülûkî’nin muhabbetnâmesini teslim edip halka ettiği adâleti anlattılar.

Hutbeyi Sultan Selim adına okuttuğunu, sikkeyi dahi padişah adına kestirdiğini, kendilerine çok iyi davrandığını hep ifade ettiler.

Bütün halkın "Hayreddin Paşa’nın ceddine rahmet olsun. Bizi o zalim Abdullah’ın şerrinden kurtardı. Seyyid Sülûkî gibi bir meliki bizlere bey gönderdi." diye, bize dua ettiğini söylediler.

Bu haberlerden pek hazzettim. El kaldırıp Sülûkî için dua kıldım.


Ferhat

O konaktan ayrılıp Cezayir‘e doğru göçmek üzere iken iki atlı çıkageldi. Toza toprağa batmışlardı.

"Ey Paşa efendimiz! Kâdîoğlu’nun karındaşıoğlu Ferhat pek çok asker toplayıp, Tilmisan Sultanı Abdullah’a yardım etmek için bu tarafa geliyordu. Senin Abdullah'ın başını kesip oğlu Sülûkî'yi yerine oturttuğunu duyunca korkuya kapılıp kaçtılar. Eğer istersen seni bir kestirme yoldan doğru üzerine götürelim. Haddini bildir. Senin için büyük söyler, "Hayreddin Paşa benim katilimdir, ben onda amcamın kanını komam" derdi. Şimdi çok şükür daha mübarek yüzünü görmeden kaçtı." diye haber getirdiler.

Bunları duyunca, kendini bilmezlere kendini bildirmek gerektir deyip yola koyuldum.

Ilgar ile yedinci gün seher vakti yetişip bastırdık. Ferhat’ın aklı başından gitti. Kaçarken bizim askerin içine düştü. Üzerine elli altmış tüfek birden çevrilince kurtulmak ihtimali olmadığını anladı, yalvarmaya başladı.

“Beni öldürmeyin. Efendim Hayreddin Paşa’ya götürün. Öldürürse o öldürsün, azad ederse o etsin.” dedi.

O zaman bağlayıp, çeke çeke huzuruma getirdiler.

“Ey mel’un şimdi nice gördün kendini!” dedim.

“Sultanım sen bir merhamet sahibi devletlüsün, bana kıyma. Ömrüm oldukça senin kulun kölen olayım. Her ne istersen vereyim.” dedi.

Şeyhler murabıtlar araya girip rica eylediler. Bende ricalarını kabul eyleyip suçunu bağışladım.Ferhat gidip ayak teri olarak bize yirmi bin altın getirdi. Önüme koyup, elimi ayağımı öperek, “Şu yirmi bin altını, ben kulundan eksiğimizle kabul buyur. Seneden seneye sana on bin altın ve bin deve, bin sığır ve iki bin koyun ve yüz katır ve on kısrak ve on at göndereyim.” dedi.

Bu şekilde anlaşma yaptık. Bana bir daha âsi olmamaya tövbe istiğfar etti.

“Dinlendi Ferhat oğul, eğer sıdk ile tövbe eyledin ise daima şirin olasın. Eğer daha aklında fesat varsa, amcan Kâdîoğlu gibi yine benim elime düşesin.” dedim.


Rahat Cennet-i a’lâda

Oradan kalkıp göç edip Cezayir’e sâlimen geldik. Kendi zevk ü safâmızda olduk.

Aradan beş on gün geçince tersaneye indim. Tekneleri yağlatıp, üçer dörder beşer altışar ayakdaş edip gazaya gönderdim. Kendi müzegalereme Sinan Kaptan’ı bindirip bütün teknelerin üzerine serasker tayin ettim. Onun sözünden dışarı çıkmamalarını tenbih ettim.

Bu sefere kendim gitmedim.

Kalbimden, “Elhamdülillah, Hakk’ın inâyeti ile nerede düşman varsa başını ezdik. Bir yerde başını kaldıracak düşman komadık. Gazâ yolunu da boş bırakmayıp tekneleri gönderdik. Ya çıkacak cana cefâ nedir, biraz da kendi rahatımıza bakalım.” deyip yattım.

O gece rüyada, “Yâ Hayreddin! Yalan dünyada rahat olunmaz. Rahat, Cennet’i a’lâda olur. Sana müjde olsun ki Ada'nın fethi de yakındır. Hemen gayret eyle. Allah'ın yardımı sana yüz tutmuştur.” deyip kayboldular.

Uykudan uyanıp tövbe istiğfar eyledim. "Ada’nın fethi yakındır" demelerine çok sevindim. Bu Cezayir’e yalısında bir ada idi. Üzerinde Göbekli Burç derler bir kale vardı. Kâfir elinde idi.

Kendi kendime, “Gördün mü erenlerin yüce himmetini! Biraz da kendi rahatımıza bakalım dediğimizi istemediler. Amma onların sözü haktır, biz hata eylemişiz.” diyerek çok sadakalar dağıttım. Açları doyurup çıplakları giydirdim.


Altmış tane tunç top

Ada’nın fethi için hazırlıklar yapmaya başladım.

Bir gece kendi kendime “Burçlarımızda hırtallı toplarımız yok. Oraya buraya pek çok toptaşı, barut, kurşun harcadık. Bu adada ise çok kuvvet vardır. Ey Allah'ım sen İslâm’a yardım eyle.”  diye düşünüp üzülerek yattım.

Rüyamda, "Ey Hayreddin! Sen kalbinden böyle düşünceleri çıkar, niyetini hâlis tut. O Ada'nın fethi senin elindendir" deyip kayboldular.

Uyanıp, yüzümü yerlere sürüp, sabaha kadar ibadet ile meşgul oldum.

Sabah olunca Sinan Kaptan’ın altı pâre tekne ile her birinin yedeğinde birer ganimet barça olarak geldiklerini gördüm. Barçalar Cûdi dağı gibi idiler. Top tüfenk atıp şenlik ederek limana girdiler.

Liman reisi gidip barçaların yükünü öğrenip geldi. Meğer barçanın biri cephane yüklü imiş. Barut, toptaşı, kurşun ve altmış tane tunç top taşırmış. Her biri on sekizer yirmi dörder okka sürahi dalyan toplar idi.

İkinci barçanın yükü direk, seren, katran, zift idi. Ötekiler de sof, zeytin, zeytinyağı, peynir, bal, şeker yüklü idiler.

Hepsinden çok cephane yüklü olana sevindim.

“İnşallahu Teâlâ Ada bizimdir. Bunlar hayra alâmettir.” deyip ferahladım.


Sana on gün mühlet

Bu sefere otuz beş tekne çıkmış, hepsi de ganimetle dönmüştü. Öyle ki Cezayir’in içi ganimet malı ile doldu. Ganimet topları çıkartıp gerekli yere yerleştirdim. Hikmeti gör ki, bu topların karataları da yapılmış, hazır vaziyette beraberlerinde idi.

Bütün cenk aletlerini hazır ettikten sonra Ada’nın kumandaları olan Kuvarnador’a bir mektup yazıp gönderdim:

"Sen ki ada kuvarnadorusun,

Selam Hüdâ’ya uyanlara olsun. Nâmem eline vardıkta, şöyle bilip âgâh olasın ki, sana on günlük mühlet verdim. Adanın içinden bir hilal bile almadan salt başınızla çıkıp gidesiniz. Kalırsanız, Hak Teala bu zayıf kuluna yardım eder de fetih müyesser olursa hepinizi esir ederim. Sonra bildik bilmedik demeyesiniz" diye yazdım.

Kuvarnador mektubu alıp okuyunca aklı başından gitti.

Başpapazı çağırdı, "Var Barbaroşo ile görüş. Ne isterse ver, yok deme, zira bu Türk kısmı akçayı pek severler. Sakın akça ile bitecek işe inat muhalefet etme" diyerek, papazı bana elçi gönderdi.

Papaz gelince kalabalık divan topladım. Bütün gaziler, halkın ileri gelenleri hepsi hazır oldular.

Gazilere daha önceden tenbih ettim ki, "Oğullar, eğer kafir sulh olalım derse, siz bir ağızdan bağrışıp "Biz dinimize düşman kafir ile sulh istemeyiz. Ya tek başlarına çıkıp giderler veya on güne kadar çıkıp gitmezlerse vakitlerine hazır olsunlar" dersiniz".

Papaz sulh isteyince bu şekilde bir ağızdan çığrıştılar. Öyle ki papazın aklı başından gitti. Yarı can ile burcun kapısını gücüle tuttu."

Papazı tutup Kuvarnador’un yanına götürdüler. Bir zaman sonra papazın aklı başına gelince sordular, "Ne haber, Barbaroşo ne cevap verdi?"

"Barbaroşo'nun elinde bir şey yok. İş askerin elinde. Onların cevabı şu ki, eğer Ada burcu ile Sen Pavlo burcunu akça ile doldursalar da bize lazım değil. Bizim akçaya ihtiyacımız yoktur. Allah’ın izniyle ne zaman istersek onlardan yüz bin riyal alırız. Amma sözümüz sözdür. On güne kadar salt başlarına çıkıp giderlerse, esirlikten halâs olurlar. Lakin bir top dahi atarlarsa, sağ kalanların hepsini esir ederiz… dediler. Böylece bilesin" diye cevap verdi.

Baş papazın bu cevabı üzerine vay ki kafir kakıyıp kafir iken yahudi oldu.

“Ya benim onlardan korkum mu var!” deyip üç pare top attırdı. Kırmızı bandıra dikti. Ben de yedi topu bir fitilden ateşleyip som sırma bir büyük kırmızı sancak diktirdim.

Gör hikmeti ki bizim taraftan atılan yedi pâre topun tanesinin biri kafirin burç üzerine diktiği sancağın sırığına rast gelip bandırasıyla beraber baş aşağı eyledi… Hak teala kafirleri daima baş aşağı eylesin, âmin.


Minareleri topa tutmaları

Bundan sonra döğüşmeye başladık. Kırk gün küte küt döğdük, kafirin yüzünü bir karış geri çeviremedik.

Gerek Göbekli Burç gerek Sen Pavlo Burcu gayet ateşli burçlardı. Çünkü İspanyol kafiri bu burçlarla ittifar eder, "Müslüman beldesinde, gözleri önünde, liman karşısında iki tane ejderha gibi burçlarımız vardır." derlerdi.

Kâfir yakasında keferenin iki tarlası olsa birini sevap için bu burçlara vakfederdi. Zengin kâfirler türlü türlü cenk âletleri yaptırıp vakfederlerdi. Pazar geceleri sabaha kadar bu burçlardan şehrin içine top taşları dolu gibi yağar idi. Bunu burçlara cenk âleti vakfeden kâfirlerin habis ruhlarına sevap olsun diye ederlerdi. O gecelerde Ümmet-i Muhammed sabaha kadar huzursuz olurdu. Sair geceler çokluk atmaz, amma bazan atarlardı. Fakat pazar geceleri muhakkak atar idiler. Gündüzleri ezan okundukça burçlardaki kâfirler topçulara bahşiş verip, "Ezan okunurken minareyi yıkıp devirene şu kadar bahşiş." diye, topçu kâfirlere beş vakitte minarelere top attırırlardı. Topçu kâfirler de minareleri nişangâh edip toptaşını dolu gibi yağdırırlardı.

Amma Allah’ın izni, Peygamber’in (s.a.s) mucizesi ve Bilâl-i Habeşî’nin (r.a) berekâtı ile bir müezzinin bile burnunu kanadamayıp, bir minareden bir taş bile kopartamadılar.

Baştopçuları isterlerse yumurtayı bile vururlardı, amma Allah murâd etmeyince bir şey yapamadılar. Vuramadıklarını görünce de vazgeçtiler.

Yalnız bir mel’un, bir hınzır baştopçu vardı ki sanatı ile mağrur idi. Bu minarelere top atmaktan vazgeçmedi.

Vazgeçenlerle, "Siz Müslümanlardan korktunuz da ondan vazgeçtiniz. Amma bakın ben vazgeçer miyim? Azizlerin yardımı ile ya o müezzinlerden bir kaçının kellesini uçurup minarelerini yıkarım, yahut bu sanatı bırakırım." diye alay ederek top doldurup ateş etti. Top paralanıp, ol baştopçu kâfiri hamur eyledi. Ondan başka topa yardım eden on bir kâfir de cehenneme gitti. Elhamdülillâh…

O zaman kâfirlerin başları aşağı oldu. Bir daha müezzin, minare aramadılar.


Rüyadaki ihtiyar

Bu şekilde üç ay geçti. Burçların alınmasından bir eser görülmedi.

Bir gece sabaha kadar ibadet ü tâatte bulunup yalvardım, ağladım, "Ya İlâhe'l-âlemîn! Şüphesiz sen işleri kolaylaştırıcısın. Şu burçların fethini ben zayıf kuluna kolay kıl. Beni din düşmanı önünde hor hakir eyleme. Nusret ve kuvvet verici sensin. Sığındım sana, yâri kıl bana" diye dua ettim.

Sonra gaflet bastırdı. Uyukladım. Rüyamda nur yüzlü bir ihtiyar gördüm.

Bana, "Ey Hayreddin, niçin kasvet edip elem çekersin? Gönlünü halâs eyle. Her şeyin bir vakti saati vardır. Saatsiz kuş uçmaz. Uzaktan taktaka etmek de fayda vermez… Filân gece askerini teknelere doldur. Filânca saatte askeri Ada üzerine çıkar. Çıktıkları gibi toprağa girsinler. Filân tarafta kalenin kendi lâğımları vardır. O lâğımları zabt ederseniz burçlar sizindir Hakk’ın izniyle…" deyip kayboldu.

Uyanıp yüzümü yerlere sürdüm.

Sabah olunca teknelerin hepsini denize indirip pîrin dediği geceyi bekledik. O mubarek gece gelince yedi bin gaziyi teknelere koydum. Gecenin üçte biri geçtikten sonra Allah'ın izni ile görülmemiş bir karanlık pusu çöktü. Tekneleri avanta eyleyip, varıp Ada'ya baş vurup taşra çıktılar.

Bir anda metris alıp içeri girdiler. Varıp burçların lağımlarını buldular, zabt eylediler.

Sabah olunca kâfirler burç üzerinden baksalar ki ne bakarsın, Türkler metris alıp içine girmişler. Lâğım olan yeri de bulup zabt eylemişler.

Gaziler bağırıp, "Mayna ederseniz hoş! Etmezseniz sizi göklere ağdırırız" derlerdi.

( MAYNA -Lingua Franca-: Teslim olmak. Bir şeyi halat veya palanga ile aşağı indirmek. )

( GÖĞE AĞDIRMAK: Havaya uçurmak, patlatmak. )

Kafirler, "Halimiz ne olacak!" diye saçlarını sakallarını yolarlardı.

"Gördünüz mü Barbaroşo'nun sihirbazlığını, dün geceki zulümât ne idi. Bütün dünya karanlık olup göz gözü görmedi. Meğer o karanlıkta askeri döküp adamlar gibi iş görmüş. Lâğım çukurlarına varıncaya kadar zapt etmiş. Bizler eşekler gibi yattık, uyuduk. Bakındı göklere mi ağarız, mayna mı ederiz?" diye söyleşirlerdi.

Bir kısım kafirler ise "Niçin mayna edelim? Türkler lâğım attıklarında belki azizlerin himmeti ile işlemez! Zira burcun altı denizdir, toprak değildir. Tutalım ki lâğım işledi. Koca pulat gibi yalçın kaya olan burcun hepsini göklere ağdıramaz. Amma ne var ki lâğım atıldıkta şüphesiz bir yanını yıkar. Buna çare yoktur. O zaman Türkler fırsat bulup girerler. Birimiz kalmayıncaya kadar cenk ederiz" derlerdi.


Papazın fikri

Elhâsıl kâfirler bir tedbirde anlaşamadılar.

Sonunda, "Azizlerin has kulu -yüzü gözü pas kulu- din ulusu papaza söyleriz. O ne söylerse onun sözünü yaparız" dediler.

İzzet ikramla papazı divana getirip, Kuvarnador'un yanına oturttular.

"Sen ne dersin?" dediler.

Papaz, "Benim bildiğim odur ki; eğer Barbaroşo eski sözünde kalıp salt başımızla gitmemize razı olursa azizlerin başı için pazarlık bizden yanadır. Eğer yok derse göklere ağmaktansa sağlık yeğdir. Mayna ederiz. Madem ki başımız sağdır. Elbette bizi burda komazlar, akça ile olsun kurtarırlar. İşte benim bildiğim budur. Artık siz bilirsiniz. Yarın ahirette aziz efendimiz bana, benim kullarımı niçin lâğım ile atmağa razı oldun, diye azap etmek isterse, ben de size söylediğimi söyleyip kendimi kurtarırım. O zaman olacak size olur." diye fikrini söyleyip çekilip gitti.

Kuvarnador da, öteki adı sanı belli büyük kafirler de papazın sözünü beğendiler.

"Hele bakalım, bir kere Barbaroşo'ya söyleriz. Eğer başımızla bizi koyverirse ne güzel. Eğer razı olmazsa o zaman çaresiz olduğumuz halde mayna etmek gerekir" dediler.

Burcun üzerinden, “Evvelki sözün üzerinde durur musun? Başımızla çıkıp gidelim, bir şey yanımıza almayalım, tek bizi esir eyleme.” diye seslendiler.

“Bu söz evvelden olacaktı. O zaman size nâme gönderip on gün mühlet vermiştim. Şimdi ben sizinle dört buçuk aydır cenk ederim. Ya mayna ederseniz yahut lâğımı atarım” cevabını verdim.

Çâresiz mayna edip burcun kapısını açtılar. Gaziler burca girip beden başlarında Ezân-ı Muhammedî okudular. İslâm bayrakları dikilip toplar atıldı. Kale Allah’ın yardımı, Peygamber’in mucizesi olarak zabt u rabt edildi.

Kâfirlerin hepsi bin yedi yüz kâfir olmak üzere zindana kondu.

“Şu burcun dört beş ay çok meşakkatini çektik ammâ, sonunda kolayca fethi müyesser oldu.” diye şükürler ettim.


Sen Pavlo Burcu'nun inadı

Sen Pavlo Burcuna gelince...

Gaziler ona da aynı şekilde bağırıp, “Ada Burcu gibi mayna eder misiniz? Yoksa göklere ağar mısın?” dediklerinde onlar, “Biz Ada Burcu'nun askerleri gibi korkak değiliz. Papaz lâfına da aldırmayız. Elinizden geleni geriye komayın. Zorla alabilirseniz sözümüz yok!” cevabını verdiler.

İşe bak ki kâfirlerin cevabı benim niyetime de uygun geldi. Bu burcu ele geçirirsem yerle bir edeyim, diye düşünürdüm. Çünkü bu burcun topları şehrin her tarafına erişir çok zarar verirdi.

Lâğımı ateşlettim. O saatte burcun yarısından fazlası göklere ağdı, târumâr oldu. Gaziler dalkılıç olup burca girdiler. ”Allah! Allah!” sadâsı ayyuka çıktı. Kâfire öyle bir kılıç oynadılar ki, ya medet Allah! Mel’unların yarısından fazlası lâğımla atılıp cehenneme gitmişlerdi. Geri kalanı da gaziler kılıçtan geçirdiler. Bin iki yüz kâfirden dört yüz kâfir sağ kaldı.

Sen Pavlo Burcu da feth olunup beden başlarında Ezân-ı Muhammedî okundu. Yedi gün yedi gece şenlikler yapıldı. Şehir süslenip donatıldı. Burc ü bârûlar sancaklarla lâlezâre döndü.

Emredip, Sen Pavlo Burcu'ndan kalan kısmı da esir kâfirlere yıktırttım. Taşını toprağını, Boğaz Ağzı denen koltuğa döktürüp orayı doldurttum.


Şehrin kâfirlere yaptırılması

Burçlardan çıkan kâfirlerden kuvarnador ve kuvalyar gibi rütbeli kâfirler yetmiş beş tane idi. Bunlar ayrı ayrı zindanda yatarlardı. Asker kâfirlerin ise hepsi iki bin yüz idi.

Her yirmi beş kâfir üzerine bir rütbeli kâfiri mûtemed tayin ettim. On gaziyi de silâhı ile pusatı ile muhafız verdim.

Kâfirlere, “Ey kâfirler, bu şehri nasıl bomba ile ve top taşı ile yıkıp viran eylediniz ise, yine evvelkinden iyi mâmûr ve âbâd eyleyeceksiniz” dedim.

Cezayir'in içinde ne kadar yıkılmış, evvel zamandan kalma köhne yer varsa hepsini yeniden yapmak üzere tamir ettirdim. Evleri yıkılmış, tamire kudreti olmayan fakirlerin haneleri yenilendi. Öyle ki Cezayir’in içinde ilaç için arasan, bir karış yıkık yer bulunmazdı. Yeni bir şehir oldu.

Hani o ibrişimi kaldırmayan rütbeli kafirlerin elleri ayakları parça parça oldu. Derileri güneşten sıcaktan bütün soyuldu. Onlara göre bu azap ölümden beter idi, amma ellerinden ne gelir.

Bir gün kafirler ağır bir taş kaldırırken zabtedemeyip düşürdüler. Muhafız gazilerden birinin ayaklarını kırdılar.

Ceza olarak o yirmi beş kafire mutemed olan kuvalyar kafiri diri iken şişe saplayıp öbür kafirlere ibret olsun diye yaktırıp kömür eyledim.

"Her yirmi beş kafire bir büyük köpek tayin eyledim ki, onları gözetsin. O gazinin ayaklarının kırılması kuvalyar kafirin başı altndan çıkmıştır." dedim.

Bundan sonra daha dikkatli olup iyi çalıştılar.

İslam'a merhamet ile davranır, ammâ kafire kafirliğini bildirirdim.


Ceneralin sözleri

Burçların alındığı haberi İspanya Kralına varınca hiddetinden pür ateş olup bu haberi söyleyen kafiri karnına ıspata sokup gebertti.

Sonra, "Burç kale gibi yerleri almak gran senyör gibi, ulu padişahlar gibi, biz krallar gibi kuvvet sahiplerine mahsustur. Yoksa Barbaroşo gibi bir hırsızı, insan adam hesabına mı kor? Barbaroşo dünyaya gelmeden o burçlar orada dururdu. Kimse sarkıntılık etmeye kadir olamadı. Değil ki Barbaroşo gibi bir hırsız! " deyip, son derece gazabından kafir iken yahudi oldu.

Yanında bulunan büyük köpeklerin hepsi başlarını yere eğip cevap vermediler.

Kralın hiddeti biraz hafifleyince, "Siz de söyleyin bakalım. Ne dersiniz, hiç bu olacak iş midir?" diye sordu .

İçlerinden Kaptan Paşa yani Ceneral olanı başını yukarı kaldırıp söz istedi. Bu kafir iş bilir tedbirli biri idi.

"Devletlü Kralım, desturunuz olursa kulunuz dahi bir iki çift söz söyleyeyim. Amma Kralımın hoşuna gidecek gibi mi olsun, yoksa doğru cevap mı olsun." diye sordu.

Kral, "Hayır, hemen doğru cevap olsun. Hoşa gidecek cevaptan bir hayır gelmez." deyince, Kaptan Paşa yani Ceneral, "Devletlü Kralım, ben kulun söylerim amma gönlün hatırın kırılmasın." dedi.

Kral bu sefer, "Azizlerin başına yemin ederim ki, sana bir zararım ziyanım dokunmaz, hemen söyle bakalım." diye tekrar tekrar izin verdi.

Ceneral iki dizi üstüne gelip, "Dinlendi Kralım! Barbaroşo deyip de geçiverme. Ummadığın taş baş yarar. Ejderha yılandan olurmuş, derler. Kale ve burç almak benim gibi kuvvet sahibi krallara mahsustur, deme. Bir şeyin vakti saati gelince, az bir şey sebep olur, alınır. Az askerle çok askerin bozulması ayıp, garip değildir. İş kumandanın tedbirindedir. Sen, o burçlar gibi ateşli burçlarla Barbaroşo nasıl başa çıkar, nasıl yaklaşabilir dersin. Sözün gerçektir. Amma düşman oraya varıp da alabanda alabandaya döğüşmez. Kuvvetli armada sahibi olursa bunu yapar… Amma bu burçların korkusu vardır. Bunların ölümü lağımdandır. Kim bilir, su uyur düşman uyumaz demişler. Gece vakti firkatelerle adaya asker döküp, lağımları zabtetmiş olabilirler. Eğer böyle olduysa cenk bile gerekmez. Şimdi yapılacak iş şudur ki, beş pâre çektiriye zahire ve cephane korsunuz, Cezayir’e doğru giderler. Hem bir hizmet görürler hem de bakarlar ki ne var, ne yok, bu haber doğru mudur, anlarlar.” dedi.

Sözünü, “İşte devletlü Kralım benim bildiğim budur. Siz daha iyi bilirsiniz.” diyerek bitirdi.

Kral, "Her sözün yerli yerinde beğendim. Amma şu beş pâre çektiri gemisini göndermeni beğenmedim. Çünkü şimdi biz ona beş pâre çektiri gemisi göndersek, bizim için büyük alçaklık olur. Çektiri gemileri ancak büyük hizmetlere giderler. Barbaroşo da kendine bir pâye verir. İspanya Kralı benden korkuyormuş, burçlara gönderdiği zahireyi bile olur olmaz gemilere koyup gönderemedi, çektirilerle gönderdi diye iftihar eder. Koltuğuna karpuz sığmaz olur. Hem de çektiri gemilerin pâyesi kalyondan yukarıdadır. Sen bir de deniz adamı olacaksın. Bu kadar şeyden haberin yok… Oraya evvelden beri zahire ve cephaneyi barça gemileri götürür, yine onlar götürsün. Bizim Barbaroşo gibi haydutlardan endişemiz yoktur.” dedi.

Ceneral ise, “Devletli Kralım barça gemileri gider amma, geleceklerine kefil olamam.” cevabını verdi.

Bunun üzerine Kral hiddetle, "Gelmeyeceklerini nereden bildin?" diye sorunca, “Şuradan bilirim ki Barbaroşo’nun şimdi otuz kırk pâre kalitesi vardır. Senin pâye verdiğin çektiri gemilerinden bile korkusu yoktur. Sen Barbaroşo’dan sakın.” diye karşılık verdi.

Ceneralin bu sözlerine çok kızan Kral, “Şu bizim Ceneralin, Barbaroşo ile bir akrabalığı var galiba, onun tarafını pek tutuyor. Veya korkusundan nasıl öveceğini bilemiyor. Ceneral! Ne edeyim ki, sana bir zararım dokunmayacak diye yemin ettim. Yoksa şimdi senin de karnına ıspata sokardım. Çık dışarı bre hayır söylemez.” diyerek Cenerali divandan koğdu.